Can Atalay’ın Mektubu
Değerli arkadaşlar,
Eleştirel Hukuk Çalışmaları Topluluğunun 30 Kasım 2024 günkü “Hukuk ve Şiddet” adlı sempozyumunda bir konuşma yapmam teklif edildiğinde önce neden ‘zor’ değil ‘şiddet’ kavramının tercih edildiğini düşündüm. Zor elbette tarihin yıkıcı ve yapıcı unsurlarından biridir. Ancak her zor, şiddet içermez. Şiddette aslolan yıkıcılıktır. Bu anlamda, tam da bu dönemde “şiddet” kadar “zor”un da tartışılması gereken bir kavram olduğunu düşünüyorum. Esasında sempozyumun akışı bu konudaki tercihe dair bir şeyler söylüyor. Çağrı metninde ve sempozyum görsellerindeki vurgular, içinden geçtiğimiz dönemde zor açısından da şiddet açısından da öncelikle ele alınan, alınması gerekenin, tanıklık ettiğimiz soykırımcı savaş olduğunu açıkça gösteriyor. Filistin halkına karşı sürdürülen bu savaş, elbette bugün yapılan bütün hukuk tartışmalarında başa yazılmalıdır. 7 Ekim sonrası Gazze’de insanlığın müşterek kazanımı olan hukuki düzenlerin, kuralların, ilkelerin ve hatta temel ahlaki değerlerin tamamını yoksayan bir savaş yürütülmektedir. İsrail ordusunun yapıp ettiklerini sadece şiddet olarak nitelemenin, olgunun vahametini soyutlaştırmasından korkarım. Bu kıyıcılık elbette hukuk sisteminin “soykırım” olarak adlandırması gereken bir saldırı ve er ya da geç uluslararası yargı bu adı dillendirecektir.
Elbette bunun yapılabilmesi için hem ulusal hem uluslararası hukuk normlarının sahiplenilmesi, korunması ve (en önemlisi) harekete geçilmesi zorunluluğu ile karşı karşıyayız.
Böyle bir yaklaşımı doğru bulmayanlar olacaktır, itiraz edenlerin seslerini duyar gibiyim. Kastım şudur: Hukukun bütün demokratik kazanımları, onlar için mücadele edenlere aittir. Bu, önemsiz görülemez, bu çabayı görmek, sahip çıkmak, ilerletmek gerekir.
Vietnam Savaşı sırasında Amerikan emperyalizmine karşı yükseltilen seslerin güçlenmesinde, itirazın maya tutmasında, sadece teşhir fonksiyonu olan Russel Mahkemesini ve dahi etkisini unutmayalım.
Öyle ya da böyle, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin başvurusu ile Uluslararası Adalet Divanı’nda başlayan yargılamada geçen hafta verilen ara kararın Gallant ve Netanyahu’nun “tutuklanması”nın takipçisi olmak uluslararası hareketin bu nedenlerle önceliğidir.
Aksi takdirde zaten varlığını zor sürdüren bir insancıl hukuk alanının tamamen ortadan kaldırılmasına şahitlik edebiliriz. Bu, gözardı etme lüksümüz olan bir risk değildir.
Fakat elbette, sadece “hukuk”tan medet umarak, sadece hukuk konuşacak kadar aklımızı peynir ekmekle yemedik ve Filistin haklının haklı davasına sahip çıkmak salt “hukuki” bir mesele değil.
Tarihimizden biliyoruz. ABD’nin Vietnam’dan çekilmesini sağlayan Vietnam halkının direnişi, Vietkong gerillalarının gücü olduğu kadar uluslararası barış hareketinin de başarısıdır.
1968’in 31 Ocak’ında “Tet Saldırısı“yla, aynı anda ABD ordusunun 36 merkezine, 6 büyük şehirden 5’ine saldıran, Saygon’da ABD elçilik binasını, radyo istasyonunu, Saygon yakınlarındaki büyük bir ABD üssünü ele geçiren Vietnam halkı, işgalciye karşı çok önemli bir başarı kazanmıştır fakat savaşı “kazanan” tüm bunlarla birlikte uluslararası barış hareketinin “şiddeti durdurun” çağrısı olmuştur.
İsteğim, arzum 7 Ekim sonrası ilk şaşkınlık atlatıldıktan sonra ses çıkarmaya başlayan barış hareketinin daha da zorlaşan koşullara karşı artık “sonuç alıcı” bir yola girmesidir.
Uluslararası barış hareketinin belki de en zayıf halkası olan Türkiye’den çıkacak ses, böyle bir perspektife yönelinmesi için büyük bir ivme sayılacaktır.
Sözü daha fazla uzatmadan meselenin bir başka yönüne, memleketin haline ilişkin hem “şiddet” hem de “zor” başlıklarından, bugünkü Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin o günkü karşılığı olan “Danışma Meclisi”ndeki İtalyan temsilce Bay Benvenuti’nin Eylül 1949’daki sözlerine kulak vermeyi öneriyorum:
“Bugün korkmamız gereken şey, totalitarizmin şiddet yoluyla iktidarı ele geçirmesi değil, totalitarizmin kendisini sözde meşru yollarla iktidara getirmeye çalışmasıdır.”
Örneğin İtalyan Anayasası hiçbir zaman yürürlükten kaldırılmadı. Tüm anayasal ilkeleri teoride yürürlükte kaldı. Ancak yanlış yönlendirilmiş bir kampanyayla da onaylanan özel yasalar, anayasayı tüm özünden, özellikle de özgürlük özünden kopardı.
Belki buradan çıkarılacak önemli bir sonuç, “kurumsal şiddet yoluyla tüketilen hukukiliğe” karşı durmak gereğidir. Bu, elbette yetmez. Hukukiliği ileriye, bir demokratik alan açılımına doğru ittirmek gerekir. Özgürlük, hukuki sınırlar içinde gelmeyecek, ona açılan yolları siyaseten eyleyerek, düşünerek ve dayanışarak bizim kurmamız gerekecek.
Büyük bir akıl tutulmasının hâkim olduğu bu kriz çağında, memleket dipsiz bir otoriterleşme/anayasasızlaştırma sürecinden geçerken, yanı başımızdaki bir soykırımın muhatapları ve tanıkları olarak bize düşen tarihsel ödevin bu olduğunu düşünüyorum.
Selamlarımla.
Şerafettin Can Atalay
Seçilmiş Hatay Milletvekili
29 Kasım 2024 / Marmara (Silivri) Cezaevi, A47