Komünizm ve Haklar Üzerine (VI)

Komünizm ve Haklar Üzerine (VI)

Aralık 12, 2022 0

Costas Douzinas

Çev.: Yusuf Enes Karataş

1989 sonrası dünyada hakların kapsamı genişledi ve günlük varoluşun neredeyse her alanına dokunmaya başladı. Demokrasi bir dizi hakkın kullanılması olarak sunulur; politik öncelikler ve kararlar, hakların kapsamının genişletilmesi ve yayılmasını şeklini alır; ceza hukuku mağdurların haklarını, ticaret hukuku müşterilerin haklarını, kamu hukuku vatandaşların haklarını korur. Haklar, vergilendirme ve sağlık hizmetlerinin sağlanmasından göç politikası ve gecekonduların tasfiyesine kadar kamu gücünün kullanıldığı her türlü alanda devlete karşı negatif koruma alanı yaratır ve bireysel iradenin olumlu projeksiyonları haline gelir – geçenlerde bir İngiliz bakanın dediği gibi hepimiz düzgün çalışan mutfak aletlerine sahip olma hakkına sahibiz. Her bireysel arzu ve istek, haklar söylemine dahil edilebilir: varlıklı orta sınıf için haklar, sınırsız ve doyumsuz bir arzunun kamusal ve hukuki olarak tanınmasıdır. Özgür seçim toplumunda yasaklamak yasaktır.[1]

Bu gelişmeler, hakların, politikanın hem alanı hem de çıkarı haline geldiği anlamına gelmektedir. Marx, on dokuzuncu yüzyılda mülkiyet haklarının ve din özgürlüğünün, bu alanlara yönelik devlet müdahalesini engellediğini, bu alanları politikadan arındırdığını ve bunlara mümkün olan en güçlü korumayı sunduğunu savundu. Çağımızda haklar söyleminin bu denli yaygınlaşmasının ve yaşamın belli başlı veçhelerini sömürgeleştirmesinin sonucu nedir? Marx’ın öncü çalışmasına bir ayar çekilerek, hakların toplumsal mücadeleyi hukukileştirmeye çalıştığı iddia edilebilir: politik iddiaları bireyselleştirir, teknik tartışmalara dönüştürür ve radikal değişim olasılığını ortadan kaldırır, başka bir deyişle haklar politikayı apolitikleştirir. Bu kapsamda insan hakları ikili bir şekilde işler: baskın yapıyı gizler ve onaylar ama aynı zamanda eşitsizliği ve baskıyı da vurgulayabilir. Peki baskıya meydan okumaya yardım edebilirler mi?

Bu çifte işlev, politika (la politique) ile politik olan (le politique) arasındaki ayrımı ve bu ayrımın Jacques Rancière tarafından yakın zamanda etkili bir şekilde kullanılışını hatırlatır.[2] Rancière, normal politikayı (ya da “polislik faaliyetleri”ni) toplumsal bütünün çeşitli parçaları arasındaki tartışma ve müzakere süreci olarak tanımlar.[3] Genel dengeyi zorlamadan faydaları, ödülleri ve pozisyonları (yeniden) dağıtmayı amaçlar. Bu rutin polislik faaliyetine karşı hakiki politika, yerleşik toplumsal düzeni bozmanın bir biçimidir. Badiou da benzer bir şekilde politikayı “şu anda hâkim düzen tarafından bastırılan yeni bir olasılığın sonuçlarını ortaya çıkarmayı amaçlayan, belirli ilkeler tarafından örgütlenmiş kolektif eylem” olarak tanımlar.[4] Hakiki politika, yalnızca “bitaraf” dışlanmış bir grup veya sınıf, dahil edilmeyi talep ettiğinde ve dahiliyet kurallarını ve kurulu dengeyi değiştirmesi gerektiğinde patlak verir. Bu türden bir uzlaşmazlık veya “görüş ayrılığı”, çıkarlar, görüşler veya değerler çatışması değildir; “ortak akıl”da açılan bir yarıktır: Verili olan hakkında, bir şeyi verili olarak gördüğümüz çerçeve hakkında bir ihtilaftır.[5] Toplumdaki hiyerarşikleştirilmiş ve görünür gruplar, mekanlar ve işlevlerin ötesinde yeni bir politik özne inşa edilir.[6] Görünmez parçanın dahil edilmesi oyunun kurallarını alt üst eder ve doğal tahakküm düzenini bozar. Bu, politikanın en üst seviyede yürütülmesidir ve Alain Badiou’nun olayını hatırlatır.

Rancière, bu analize dayanarak, Arendt ve Agamben’in aksine, hakların yalnızca tebaalara veya vatandaşlara ait olmadığını savunur. Haklarla donatılmamış olanlar da eşit şartlar altında haklara başvurabilir. İnsan hakları, soyut ilke beyanları ile uygulamada inkâr arasında gidip gelir. Bu uyumsuzluk, dışlananların ilke beyanlarını sınamasına imkân verir. Özgürlük ve eşitlik insanların sahip oldukları nitelikler değildir; anlamı ve kapsamı politik mücadelenin nesnesi olan politik yüklemlerdir.

Rancière’in insan haklarını radikal politika için muhafaza etme girişimi dahice ama sorunludur. Rancière, hakların, rutin “uzlaşma politikası”nda ana çıkar ve araç haline geldiğini öne sürer. Hakların, kurucu iktidarın kitabelerinden yerleşik hukuki-politik düzenin merkezi ifadelerine doğru geçirdiği evrim, hakların barındırdığı radikal keskinlikleri neredeyse tamamıyla ortadan kaldırdı. Birden çok kimliği asgari düzeyde tanıyarak özneler arası ilişkileri stabilize ederler; liberal sınırlı özgürlük ve biçimsel eşitlik ideolojisini sistemleştirirler; onları, özgürlüğün (seçimin) turnusol testine dönüştürerek bireysel arzuları ifade ve teşvik ederler. Çoğu hak talebi yerleşik toplumsal düzeni pekiştirir. İlk olarak, kurulan dengeyi kabul ederler ve periferik olarak yeni talepleri ve talep sahiplerini içeri almayı amaçlarlar. İkinci olarak, politik iddiayı hukuka kabul talebine dönüştürerek hukuku toplumsal düzenin bekçisi ve koruyucusu kılarlar. Hukuk, toplumsal ve politik çatışmayı, kurallarla düzenlenen bir dizi teknik soruna dönüştürür ve bunları kuralların uzmanlarına teslim eder. Bu bağlamda haklar, yerleşik politik düzenlemeleri ve sosyo-ekonomik dağılımları ifade ve teşvik ederken bir nevi polislik işlevi görür. Hak talebinde bulunan kişi, görevi genel dengeyi kökten değiştirmek olan Rancière’in politik öznesinin karşısında konumlanır.

Başarılı insan hakları mücadeleleri, toplumsal hiyerarşiler düzeninde neredeyse hiçbir değişiklik yaratmaz ve sosyal ürünü yumuşak bir şekilde yeniden dağıtır. Hak iddiaları; toplumsal hayata nüfuz eden dışlanmayı, tahakkümü, sömürüyü ve kaçınılmaz çekişmeyi su yüzüne çıkartır. Ancak aynı zamanda, mücadele ve direnişi, hukuki ve bireysel çözümler kapsamında çerçevelendirerek çekişme ve tahakkümün derin köklerini gizlerler; bunlar başarılı olursa küçük iyileştirmelere ve toplumsal yapıda önemsiz düzenlemelere yol açarlar. Rancière, “her insanın sahip olduğu bu özgürlükler[in], toplumun içkin güçlerine sahip olanların özgürlükleri, yani tahakkümü” olduğu hususunda hemfikir görünüyor. “Bu düzen, sermaye birikimi hukukunun imparatorluğudur.”[7] İnsan hakları, özgürlüğe karşı “seçim”i, hayal gücüne karşı konformizmi teşvik eder. Çocuklara ebeveynlerine karşı haklar veriliyor; hastalar, öğrenciler ve sosyal yardım alanlar “müşteri” olarak adlandırılıyor ve onlara tüketici hakları ve sahte “seçenekler” sunuluyor. Batılı kapitalist toplumlarda özgürlük ve seçim, politikanın düsturu haline geldi. Haklar, hâkim düzeni kabul etmenin ödülü haline geldi ancak hâkim düzene meydan okuyanlar için faydasızlardı.

 Rancière’in, dışlanmış bir konumdan evrenseli savunun “aşırı” öznelerinin yerini, tanınma ve sınırlı yeniden dağıtım arayan kimlikler ve toplumsal gruplar aldı. Dışlananların politik, hukuki ve askeri araçlarla el konulan haklara erişimi yoktur. Ekonomik sebeplerle göç edenler, mülteciler, teröre karşı savaşta tutsak edilenler, işkence kurbanları, Afrika kamplarının sakinleri, bu “tek kullanımlık insanlar”, insanlığın orta yerindeki “insanlık dışı”nın kanıtıdır. İnsan haklarının imkânsızlığının vazgeçilmez önkoşulu ve kanıtıdır. Hukuk “üretim fazlası özne”yi anlayamamakla kalmaz, işleyişi bu öznenin sudurunu da engeller. Tam bu noktada yurt dışına “ilaçtan, kıyafetten ve haklardan yoksun insanlara ilaç ve kıyafetin yanında” hakları da gönderiyoruz.[8] Wendy Brown’ın belirttiği gibi, haklar “özel mülkiyet veya aile gibi kurumların toplumsal iktidarını depolitize ederek maskelemekle kalmaz, aynı zamanda sömürü ve düzenleme için kitleleri örgütler.”[9] Hakların karanlık yüzü, bireylerin ve toplumların gözetimi, sınıflandırılması ve kontrol edilmesinde amansız bir artışa yol açar.

Bu yazı ilk olarak 30 Kasım 2010’da Critical Legal Thinking’de İngilizce olarak yayınlanmıştır. 


[1] Douzinas, The end of human rights (Oxford, Hart, 2000), Chapters 10 and 11.

[2] Chantal Mouffe, On the Political (London, Routledge, 2005), 8-9.

[3] Jacques Rancière, Disagreement (Julie Rose trans.) (Minneapolis, University of Minnesota Press, 1998); On the Shores of Politics (Liz Heron trans.) (London, Verso, 1995); ‘Who is the Subject of the Rights of Man?’ in Ian Balfour and Eduardo Cadava, And Justice for All?, 103: 2/3 South Atlantic Quarterly (2004) 297.

[4] Alain Badiou, ‘The Communist Hypothesis, 49 New Left Review (2008).

[5] Rancière, ‘Who is the Subject of Human Rights’ op. cit., 304.

[6] Badiou ve Rancière’in politik teorileri arasındaki barız bağlantılar ve bir takım farklılıklar için bkz. Badiou, Metapolitics (London, Verso, 2005), Chapters 7 and 8 and Rancière in present volume.

[7] Jacques Rancière, Hatred of Democracy (London, Verso, 2006) 57.

[8] Rancière, Subject, op. cit., 307. 

[9] Wendy Brown, States of Injury (Princeton, Princeton University Press, 1995), 99.