Demokrasi mi Kapitalizm mi?
Boaventura de Sousa Santos
Çev.: Yusuf Enes Karataş
Demokrasi ile sermaye arasındaki ilişki her zaman gergin, hatta tamamıyla çelişkili olagelmiştir. Kapitalizm, sermayeye sahip olan ve onun ihtiyaçları ile özdeşleşen kişiler tarafından yönetildiğimizde kendisini güvende hissederken, demokrasi ise tam tersine, kapitalizmin ihtiyaçlarıyla özdeşleşmek açısından ne sermayesi ne nedeni olan çoğunlukların yönetimidir. Çatışma ayrıştırıcıdır: Zenginliğin kapitalistlerde birikmesi ve yoğunlaşması ile servetin işçiler ve ailelerine yeniden dağıtılması talebi arasında bir çekişme süregider. Burjuvazi, yoksun çoğunlukların iktidara gelmesinden her daim korkmuş ve bunu önlemek için on dokuzuncu yüzyıl devrimlerinin kendisine verdiği politik gücü kullanmıştır. Kapitalizm, liberal demokrasiyi, çıkarlarını dinamik bir yapı sergileyen önlemler aracılığıyla garanti altına almanın ve hedefini korumanın bir yolu olarak tasarladı: oy hakkına getirilen sınırlamalar, bireysel mülkiyet haklarının mutlak önceliği, çok sayıda emniyet supabı niteliği taşıyan politik sistem ve seçim sistemi, kurumsallaşmış olanın ötesine geçen politik faaliyetin şiddetle bastırılması, yozlaşmış politikacılar, lobilerin yasallaştırılması… Ve demokrasinin işlevini kaybetme olasılığına karşı diktatörlüğe dönüşün kapısı açık tutuldu, bu ihtimal pek çok durumda hayata geçti.
2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki dönemde, demokrasiyle yönetilen ülkelerin sayısı iki elin parmaklarını geçmiyordu. Dünya üzerindeki birçok bölge, Avrupa-Kuzey Amerika kapitalizmini sağlamlaştırmaya hizmet eden Avrupa sömürgeciliğine tabiydi. Avrupa, Alman üstünlüğünün kışkırttığı bir savaşta harap oldu ve Doğu’da liberal demokrasiye alternatif olarak görülen komünist rejimin hakimiyeti sağlamlaştı. Kapitalizmin demokrasiyle uyum içinde işleyebilmesi için sıkı bir biçimde regüle edilmesi gerektiği fikrinden oluşan bir sistem olan sözde demokratik kapitalizm bu bağlamda ortaya çıktı. Demokratik kapitalizm denilen bu sistem; ekonominin kilit sektörlerinin kamulaştırılmasına [nationalisation], artan oranlı vergilendirmeye, toplu iş sözleşmesinin işverenlere dayatılmasına ve hatta – o dönemin Batı Almanya’sında olduğu gibi – işçilerin, şirketlerin yönetimine katılımına yol açtı. Keynes, bilimsel düzlemde, ekonomik ortodoksiyi ve Hayek’e muhalefeti temsil ediyordu. Politik düzlemde ise ekonomik ve sosyal haklar, vatandaşların beklentilerini istikrara kavuşturmak ve “piyasa sinyalleri”ndeki sürekli ve öngörülemeyen dalgalara karşı savunmak için tercih edilir bir araç olmuştu. Bu sistem değişikliği, kaynakların dağıtılması hususundaki mevcut çatışmanın şartlarını değiştirdi ancak onu ortadan kaldırmadı. Hatta tam tersine, ekonomik büyümenin felç olduğu sonraki otuz yıl boyunca söz konusu ekonomik sistemi alevlendirmek için tüm koşulları korudu.
1970’ten bu yana, merkezi Devletler, vatandaşların talepleri ile sermayenin talepleri arasındaki çatışmayı, sermayeye giderek daha fazla güç veren bir dizi çözüme başvurarak yönetti. Bu çözümlerden ilki enflasyondu; ardından enflasyonla mücadele, işsizliğin artması ve sendikaların sahip olduğu gücün azaltılması için gerçekleştirilen saldırılar bu ilk çözümü takip etti. Tüm bunları sermayenin vergi regülasyonlarıyla mücadelesi, ekonomik durgunluk ve buna bağlı olarak işsizlikle birlikte sosyal harcamaların artması sonucunda devletin borçlanması izledi. Son olaraksa tüketim, eğitim ve barınma hususunda yaratılan beklentilerin çöküşünden kaçınmak için nihayet devlet müdahalesinden kurtulan bir finans sektörü tarafından bahşedilen kredi kolaylıklarının cazibesine kapılan ailelerin altına girdiği borç yüküyle karşılaştık.
2008’de hayali çözümlerin hilesi sona erene kadar süreç bu şekilde devam etti ve ekonomik kaynakların dağıtımına ilişkin çatışmayı kimin kazanacağı belli oldu: sermaye. Bunu söylerken neye mi dayanıyorum? Toplumsal eşitsizliklerdeki artışa ve azınlığın (finans sermayesinin) kârlılık beklentilerini garanti altına almak için çoğunluğun (yurttaşlar) münasip bir yaşam sürme beklentisine yönelik gerçekleşen son saldırıya dayanıyorum. Demokrasi savaşı kaybetti ve savaşı kaybetmiş olmaktan ancak çoğunlukların korkularından kurtulmaları, kurumların içinde ve dışında başkaldırmaları ve altmış yıl önce olduğu gibi sermayeyi bir kez daha korkutmaları durumunda kurtulabilir.
Bu yazı ilk olarak 10 Haziran 2013’te Critical Legal Thinking’de İngilizce olarak yayınlanmıştır.