A.B.D. ve Avrupa Birliği’nin İsrail-Filistin Savaşında Gösterdikleri “Kavramsal” Çürümenin Politikası
Emre Şimşek*
“7 Ekim 2023 sabah saatlerinde dünya yeni bir gündeme uyandı. Hamas, 1987 yılında kuruluşundan bu yana en çok ses getiren eylemini “Aksa Tufanı Operasyonu” adıyla gerçekleştirdi. Birçok masum insan, tarihten ve bağlamdan kopuk bir biçimde Gazze şeridine yakın bölgelerde, İsrail Devletinin fiili alanında rehin alındı, katledildi ve yurtsuzlaştırıldı. Aralarında 1 aylık bebekler de vardı, müzik festivali için “egzotik” bir coğrafyayı ziyaret eden turistler de toplama kamplarından sağ çıkan Yahudiler de.”
Sözlü kültür geleneğinin belki de en hayran olunası yanı anlatıcının konuya yön vererek dilediği şekle büründüreceği bir bam teli bulması olmalı. En iyi hikâye anlatıcısı, gerçeğin üstünü en güzel örtebilendir belki de. Girizgâhını yukarıda örneğini verdiğim şekliyle yaptığımız bir anlatıda her şey bambaşka görünmeye başlayabilir. “Her şey birdenbire oldu. Sabaha karşı uyandık ve savaş kapımızdaydı. Kimliklerin bir önemi yoktu. Hepimizi öldürdüler.” Çünkü anlatı da kendi içerisinde bir iktidar yaratmakta, Konuşmacı “söylem” olanağı her ne olursa olsun gerçeği apaçık ortaya koyabileceği gibi, dilce mühim birtakım hamlelerde de bulunabilir. Bu hamleler neticesinde olgusal tarih yerini anlatı sahibinin özneliğine bırakır, objektiflik sübjektifliği, gerçekse “öznelerarasılık”tan ırak, matematik terimi olarak kullanılan sonsuzda yankılanır.
Hayır, hiçbir şey birdenbire olmadı. “İnsansı Hayvanlar” birdenbire var olmadılar. “Topraklarını satan” ülkelerin insanları bir günde “eli kanlı teröristlere” dönüşmediler ve “terör” kapıyı bir günde çalmadı. Nedenler, sonuçlar ve binlerce yıllık coğrafyanın tarihinin “ihtiraslı” çocukları az olan ekmeği, komşularıyla ilk kez paylaşmayı bırakalı kısa bir zaman olmadı.
Tarihi olaylar, vesikalar, evraklar ve analizler, gerçekliğin başka bir yönünü betimlemek için kullanılabilir. Ancak benim üzerinde durmaya çalışacağım şey 7 Ekim 2023 sabahını takip eden ve günümüze kadar uzanan, politikacıların ve uluslararası örgütlerin karar alma mercilerinde yer alan görevlilerin iyi bir hikâye anlatıcısı rolüne kendilerini fazla kaptırmalarına yönelik olacaktır. Ki bu kendini kaptırma hali, bilinçli bir şekilde görünenin ötesinde bir şey varmış izlenimi için önemli bir rahledir. Öyle ki bahsi geçen söylem gücünü haiz kimseler; etki alanlarını, temsil ettikleri halkları, koruduklarına inandıkları demokrasi ve insan haklarını linç kültürünün, politik doğruculuğun ve epistemik çürüyüşün içinde bırakmışlardır.
1) Avrupa Birliği üye Devletleri, Amerika ve İsrail’in başkanları, başbakanları, politikacıları ve çeşitli bakanlarının ortak demeçlerinde yer alan bir kavram olarak “antisemitizm”.
“19. yüzyılın son yirmi yılından itibaren birçok Batı ülkesinde, “antisemitizm” terimi, ortak özelliği Yahudiler karşısında, onların dinsel inançları ve yaşam tarzları karşısında düşmanlık sergilemek olan, tarihte gözlemlenmiş söylem, temsil ve inançların, kurumsal uygulama ve biçimlerin bütününü belirtmek için türsel bir terim olarak kullanılır.”[1]
İsrail’in işgal politikalarına karşı olmak bir kişiyi antisemitist mi yapar? Yahut Hamas’ın İsrail’e karşı terör faaliyeti yürüttüğü düşünüldüğünde bu durum devlet politikalarının tamamen halkların varlığıyla bütünleştiği ve politikacıların, devletin “dinsel varlığıyla bütünleştiği” bir faaliyete mi tekabül etmektedir? Acaba İsrail Devleti sınırları içerisinde Filistin topraklarının işgalini kınayan, bu işgalleri istemeyen Yahudi Vicdani Retçi İsrail vatandaşları da antisemitist midir? Mesela 2017 Yılında, dönemin İsrail Başbakanı Netanyahu’ya, Savunma Bakanı Avigdor Lieberman, Eğitim Bakanı Naftali Bennett ve İsrail Genelkurmay Başkanı Gadi Eizenkot’a hitaben kaleme aldıkları mektuplarında “Ordu temel insan haklarını ihlal eden ırkçı bir politika uyguluyor ve aynı bölgede yaşayan İsrailliler için başka, Filistinliler için başka yasa yürütüyor. Filistin halkına uygulanan zulmün bir parçası olmamaya karar verdik. 50 yıldır ‘geçiçi’ olduğu söylenen politikalar uygulanmaya devam ediyor ve buna destek olmayacağız.” Beyanında bulunan bu gençler de antisemitist midir?
Vietnam’da uygulanmaya çalışılan emperyal politikalar, neticesinde ABD’nin savaş ve işgal politikalarına direnen Vietnam halkı ve ordusu nasıl ki “Hıristiyanlık” karşıtı bir konumda yer almıyorsa, yalnızca ve yalnızca tek dertleri kendi ülkelerinde yaşamak ve -sıkıştıkları- alanı korumak olan Filistin halklarının binlerce yıldır yaşadığı topraklarda işgal altında tutulmaları, meşru veya gayrimeşru harp nizamında direniş politikaları neticesinde asimilasyona varacak sistematik şiddete uğramaları karşısında ayakta kalmaya çalışmaları da “antisemizimle” bağdaştırılamayacaktır. Elbette tarihin kavramlar ortaya çıkardığı “hassas” çizgiler, politikacıların söylem üretmeleri ve hikayeleştirmelerinde ana rolü üstlenmektedir. Ancak bilinçsizce kullanılan kavramlar neticesinde, özellikle “antisemitizmle” mücadele eden ve bunun getirdiği yakıcı sonuçlara katlanmak durumunda kalan insanların değer alanlarının içi boşaltılmakta, bu tür kullanımlar politik tercihlerin, kirli ilişkilerin, tarihsel katşıtlığı olan olguları söylemin ve politik argümantasyonun ”subjektif” yanlılığında yok etmektedir. Almanya’da tarihin getirdiği gerçekler karşısında, “antisemitizm” tanımlamasının hassasiyeti, Fransa’da başka bir şekilde değerlendirmenin önüne tıkamamaktadır. Ancak özellikle ifade özgürlüğünün söz konusu olduğu davalarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin başvurduğu bir yöntem olarak “takdir marjı” kullanımı, siyasilerin bile isteye büründükleri hikaye anlatıcısı rolünde işlevsizleşmektedir.
Kamuoyunda, savaş suçlarının apaçık göstergelerine, insanın herhangi bir bölge ve coğrafyada yaşam savaşı vermesi haline, yansız ve yalın bir şekilde karşı durduğunuzda “antisemitizm” yaftasıyla, darağacına gerilen düşünceleriniz olacaktır. Bu durum tek başına kavramın ne kadar sert bir arka planı olduğunu ortaya koymak için yeterlidir. Ancak elbette izlenen politikaların açılımı için sonraki sorulara da göz atmak gerekmektedir.
2) Avrupa Birliği üye Devletleri ve ABD’nin Sistematik Linç Kültürü Yaratması
Yaşanan çatışmalı süreçler Avrupa Birliği üye devletlerinin ve ABD’nin kendi savundukları ve dünyada başat olarak sahip olduklarına inandıkları “demokrasi”, hukuk devleti, hukuka bağlılık, hukuki güvenirlik gibi kavram setlerinin de yok olmasına vesile olmaktadır. Bu durum esasında, temel yargı alanlarının “popüler” söylemin “yargılayıcıları” konumunda bulunan şahıslara devredilmekte, şahıs ve sermaye olanaklarında güç sahibi iktidarların söylem alanında icrai faaliyetlerine şahitlik edilmektedir.
Çokkültürlü sosyolojilere sahip bu ülkelerin özellikle “ifade özgürlüğünde” çığır açtığı “söylem” alanında ve hukuki metinlerde ön plandadır. Ancak fiili alanda, örneğin Filistin halkının topraklarının işgal altında olduğunu beyan etmek veya “çocuklar ölmesin” demek, İsrail Devlet yetkililerinin politikalarına karşı durmak, pozitif hukuk temelinde bu kişilerin “yargılanmalarına” ve haklarında hüküm tesisine neden olmayacak olsa da; politik söylemin fiili etkileriyle bu kişilerin hayatlarında çeşitli “baskı” alanlarının yaratılmasında kurucu bir role sahiplerdir. Bir futbolcunun kulübüyle sözleşmesi feshedilmekte, eğitim kurumlarında yalnızca politik tercihlerin “olgu” olarak gösterildiği bilinçli “yönlendirme” faaliyetleri sürdürülmekte, kamusal alanlarda hükümet politikalarının eleştirilmesine izin verilmemekte, fikirleri nedeniyle insanların doğrudan “terör destekçisi” olarak tutuklanacakları yasa tasarıları hazırlanmakta ve vatandaş olmayan göçmen ve sığınmacılar için sınır dışı etme politikaları gündemde yerini almaktadır. Bu linç kültürü alanının aktif olarak seçilmesi, esasında söylemin kırıcı unsurlarını çok iyi kullandıklarını düşünen politikacıların bilinçli tercihleridir. Bu durum kendisini başarılı bir şekilde, fiili olarak devam etmekte olan Rusya-Ukrayna savaşında, Ukrayna halkıyla dayanışma adına bu linç kültürünün meşru bir zeminde tüm dünyada kullanıldığını ve bu politikaların devam ettiğini görebiliriz. Öyle ki bu politikaların, süregelen savaşta etkili olduğunu düşündüklerini de yeni gelişen eylemlere uyarlamalarında görebilmekteyiz.
Kimliklerin, politikacılarla aynı fikirleri paylaşmak demek olmadığı, zorunlu askeri faaliyetleri reddeden İsrail vatandaşlarında görülebileceği gibi, bu durum Rusya için de geçerlidir. Kimliğinin Rusya’ya bağlı olması, son 2 yıldır linç kültürü içerisinde yaşamaya “alışmak” zorunda kalan Ruslarda da benzer etkileri ortaya çıkarmıştır. Hiçbir hukuki sorgulama alanına dahi gerek duyulmaksızın “Cancel Culture”’ın (Linç Kültürü) popülarite batağında, argüman geliştirmekte zorlanan politikacıların refleks alanında yer aldığını görmek sıradan bir hâle bürünmüştür. Bu durum, gerçeği, hukuka bağlılığı, kimliklerden öte çokkültürlü toplumlarda düşünce özgürlüğünü ve Aydınlanma düşüncesinin özellikle doğduğu iddia edilen coğrafyalarda büyük bir bataklık içerisinde olduğunu göstermektedir. Peki bu durumun sorumluları kimlerdir? Tek başına bu ülkelerin yetkili politikacılarından ziyade, popüler siyaset anlayışının “gizli” destekleyicileri de “karşıtlığın” her halinden beslenebilecek argümanlara sarılmaktadır. Bu eksende görülmektedir ki neo-liberal ekonomi politikaları, küreselleşmenin izleğinde, hukukun işlevsizleştiği ve linç kültürünün meşrulaşan bir zeminde eylem alanlarının arttığını ortaya koymaktadır. Öyle ki “sermaye” adına en çok ve en sarih şekilde beklenen “hukuki belirlilik” ve “hukuki istikrar” gibi öngörülebilirlik kriterlerinin herhangi bir linç kültüründe yeri olmadığını fark etmek basittir. Bu durum yeniden, COVİD sancılarının ekonomik istikrarsızlaşan dünyada, farklı alanlar açtığının göstergesidir. Geçtiğimiz aylarda ortaya çıkan polis şiddeti ekseninde Paris’te yaşanan Mağribiler ve Fransız kolluk güçleri arasındaki çatışmalar, Almanya’da yabancı düşmanlığıyla bilinen AfD (Alternative für Deutschland) partisinin kamuoyu beklentilerinin üzerinde aldığı oylarla birlikte politik gerçeklik tekrar karanlık bir çağın açıldığına dair ciddi emarelere işaret etmektedir.
Son yaşanan İsrail-Filistin çatışmaları da kendisinde bu linç kültürünün, yanlılığın, çokluğun “haklılığı” gibi resmedildiği bir figürü ortaya çıkarmakta, çok sesli olduğu düşünülen demokrasi odaklı devletlerin “hiçliği” açığa çıkmaktadır. Bu durum yalnızca politikacılarla kalmamakta, “özgür” olduklarını düşünmemiz istenilen Avrupa ve ABD “MEDYA” alanı da hiçbir tartışma zemini olmaksızın politik faktörlerin etkileri altında “aykırı” bir söylem ve tartışma zemini açamamaktadır. Bu durum ister istemez, Medya ve Sermaye ilişkisinin tekrar tekrar gündemde tutulmasını, tekrar düşünülmesi, sermaye odağı dışında eleştirel medyanın varlığının kavramsallaştırılmasını gerektirmektedir. Örneğin, Filistinli sade vatandaş olarak halkımla dayanışabileceğim, yardım ihtiyaçlarını karşılayabileceğim Facebook sayfalarında dahi, linç kültürü, Sermaye sahibinin “kişisel” arzuları neticesinde “otomatik” olarak ortadan kaldırılmakta, yaşam alanımı kolaylaştırması için para kazanan sermayedar kendi iktidarını gün yüzüne çıkarmaktadır. Bu linç kültürünün, popüler siyaset alanındaki tehlikeli uzamının bir sonucudur ve politikacılar ve hukuk uygulayıcıları tarafından bu alanın önü açılmaktadır.
3) Neden “Politik Doğruculuk” en büyük tehlikelerden birisi?
1 ve 2. soru işaretlerinde belirttiğim açıklamaların tümü esaslı sonuç olarak politik doğruculuğun ve tarafgirliğin alanına girmekte. Politik doğruculuk, politik söylemin ve linç kültürünün bir çıktısı olarak sosyal ve mesleki alanlarımızda düşüncelerimizin (ki bu düşüncelerin makul, argümana dayalı, bilgi eksenli olduğunu unutmayalım) tamamen saklı kalmasına vesile olmaktadır. Bu durum esasında, sosyal ve politik dayanışma mekanizmalarının örtülü olarak yok edilmesine sebebiyet vermektedir. Tüm soruların ortak yanıtlarının arasında epistemik bir yöntemden azade, yalnızca politik ihtirasın arkasına sığınan yetkililerin çürümüşlüğü ayyuka çıkarak, özne olarak eylemlerimizi ve sorumluluk alma yetilerimize ketler vurmaktadır. Bu durum “öznenin” silikleştiği, başkalaştığı, kavramsal olarak -post-truth- olarak isimlendirilen bir çağda, hikâye anlatıcısının insanlık tarihinde ortaya çıktığı ilk günden beri değişmeyen -ilizyonuna- denk düşmektedir.
İsrail ve Filistin arasındaki çatışmanın son 11 günlük dönemine dikkatle göz atılacak olursa, “politik doğruculuk” söylemin etki alanında sessizliğe ve “gerçeğin” örtülü bir şekilde kalmasına aracılık etmektedir. Sorumluluk, yalnızca politikacılardan beklenebilecek bir erdem değildir. Vatandaşların da “kendi” düşünce setlerine erişebilmeleri ve aksiyon almaları için yüz yıllardır pompalanan bireyselleşmenin insan etkinlikleri bakımından “kırıcı” bir olanağa çevrildiği görülebilecektir. Toplumsallığın “çağdışı”, “barbarlık” olarak addedildiği günümüzde, bireyselliğin üst düzeyde yaşandığı Avrupa’da kişiler, iktidarlarının politik söylemlerine kanmadıklarını ifade edecek olsalar da ikincil argümanları dillendirmekten geri durmaktadır. Bu durum “yaftalanma” korkusuyla hareket eden bir güruhu tanımlamak için yeterlidir. Politik doğruculuk, tek başına söylemin maşası olmaktan başka bir işleve sahip değildir. Bu nedenle gerçekleri analiz edebileceğimiz saha, eleştirel ve kritik bir zeminden dünyayı görmekle başlayacaktır. Taraf olmayanın bertaraf olacağını düşünmekten ziyade, demokrasi “adını” taşıyan temsil sisteminin açıklarında, halkın siyasal temsilcilerini daha sıkı bir denetim alanında tutmaları ve gerek vergileri, gerekse de tartışma odaklı “iletişimsel eylem olanaklarını” aktif bir kamu alanında yerine getirmeleri gerekmektedir. Örneğin, linç kültürü, siyasi söylem ve politik doğruculuk her ne kadar “tarafsız” görünme hassasiyetiyle yaklaşsa da “şiddete”, “soykırıma”, “asimilasyona” sessizce yaklaşan “Entelektüeli” de vurmaktadır. Bu durum “terör” karşıtlığı için de geçerlidir.
Sorulardan bağımsız olarak, “ötekine” nasıl yaklaşabilir, “öteki” olarak ayrıştırılan, söylem olanaklarından ve politik yönetişimden kaynaklanan bir varlık alanında nasıl görebilir ve onunla/onlarla nasıl dayanışabiliriz? Çoğumuz, çeşitli yetke ve statü alanlarına sıkışmış, “özgürlüğün”, iradi olanaklarından sıyrılmış ve yaşamlarımızı idame ettirmeye mecbur olduğumuz rollere bürünmüş durumdayız. Bu durum tüm coğrafyalarda, aynı izleği paylaşıyor. Cümlelerin ve kelimelerinin üzerlerinin örtüldüğü, anaakımlaşan popüler söylemin tek doğruluk olduğunun iddia edildiği bir kertede, “boyun eğdirilmiş bilgilere” odaklanmak ve anlamın ulaştığı zihni tekrar berraklaştırmanın adımlarını atmak gerekmekte. Bu anlamda “hikaye anlatıcılarına” karşı direniş, söylemi deşifreyle başlıyor. Hiçbir insanın ölmesine gerek yok.
Son söz yerine alıntılanan pasaj, imkanları işaret etmesi ve söylemin sıkıştırıldığı saha bakımından neden tekrar özneleşmeye ihtiyacımız olduğunu vurgulamaktadır.
“2003’te İsrail Savunma Bakanlığı şüpheli bir “terörist” ailenin evini imha ettiğinde, bunu -özellikle vurguladığı- bir iyilikle yaptığını, hatta evlerini buldozerle yıkmadan önce aileye, mobilyalarını taşımasında yardım ettiğini hatırlamak yeterlidir. İsrail basınında da buna benzer bir olaya yer verilmiştir: Bir İsrail askeri, Filistinli şüpheli bir ailenin evini ararken, evin annesi, sakinleşmesi için kızına adıyla seslenerek bir şeyler söylemiş, askerlerden biri de korkan kızın, kendi kızıyla aynı ada sahip olduğunu öğrenince şaşırıp kalmıştır; ani bir duygu kabarmasının etkisindeki asker de, cüzdanını çıkarıp kendi kızının resmini Filistinli anneye göstermiştir. Böylesi bir empatinin sahteliğini fark etmek kolaydır: Politik farklılıklara rağmen, bizlerin seven ve üzülen insanlar olduğumuz fikri, askerin o anda fiilen yapmakta olduğu şeyin etkisini nötrleştirir. Annenin vermesi gereken en uygun yanıt şudur: “Eğer sen de benim gibi insansan, şu anda yapmakta olduğun şeyi neden yapıyorsun?” Bu yanıtın ardından askerin yapabileceği tek şey, şeyleşmiş görevinin arkasına saklanmaktır: “Benim de hoşuma gitmiyor, ama bu benim görevim…” – Böylelikle asker, ona verilen görevin öznel varsayımını göz ardı etmiş olur.”[2]
[1] Pierre-Andre Taguieff, Antisemitizm, Dost Yayınları, 2015, s. 18.
[2] Slovaj Zizek, Sanat; Konuşan Kafalar, Encore Yayınları, 2014, s. 83.