Soykırım Günlerinde Marksist Hukuk Teorisine Başvurmak*
Grietje Bears
Çev.: Yusuf Enes Karataş
Son Okuma: Dicle Demir
Pashukanis @100 etkinliğinin, Güney Afrika‘nın İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü soykırımla ilgili olarak Uluslararası Adalet Divanı’nda (“UAD”) İsrail’e meydan okuduğu günlere denk gelmesi bazı açılardan ironik, bazı açılardan ise tamamen yerinde. Aslında, bu hukuki mücadele Pashukanisçi teori için önemli bir test olabilir! Pashukanis’in hukuk bilimine yaptığı temel katkılardan biri, anarşist dostlarımızın konsensüsle karar alma ve dönüştürücü adalet olarak adlandırabilecekleri şekilde, topluluklarımızı ve toplumlarımızı tamamen farklı, hiyerarşik olmayan çizgilerde örgütlemeye yeniden başlayabilmemiz için, devrim sırasında veya sonrasında kapitalizm ve devlet biçimiyle birlikte hukukun ve hukuk sistemlerinin ortadan kaldırılması sorununu, olasılığını ve hatta bunun kaçınılmazlığı argümanını gündeme getirmektir. Pashukanis, başka bir deyişle, bu tutum henüz havalı bir tutum hüviyetini kazanmamışken dahi kapitalist hukukun ve hukuk sisteminin ortadan kaldırılması taraftarıydı. Peki devam etmekte olan bir soykırımın bu tutumla ne gibi bir ilgisi var?
Hukukun ortadan kaldırılmasına gelmeden önce kilit sorulardan biri, hukukla ne yapacağımız, özgürleşmemizde ya da yaşamak istediğimiz dünyayı yeniden hayal edebileceğimiz ve yeniden yaratabileceğimiz noktaya gelmemizde hukukun nasıl bir rol oynayabileceği ya da bir rol oynayıp oynayamayacağıdır. Rob Knox bu soruyu 2010 tarihli Finnish Yearbook of International Law‘daki strateji ve taktikler üzerine ufuk açıcı makalesinde tartışmış ve değişim için hukukun ve hukuki metotların ötesine geçen devrimci bir stratejiyi sürdürürken hukuku taktiksel olarak kullanabileceğimizi savunmuştur. Başka bir deyişle, gözlerimizi hedeften ayırmamalıyız.
Süregelen soykırımın son 100 gününde, bazıları bu salonda bulunan akademisyen hukukçular da dahil olmak üzere pek çok akademisyenin gösterilerde ve ayrıca Filistinli işçilerin ve sendikaların çağrısına doğrudan yanıt olarak Özgür Filistin için İşçiler tarafından organize edilen silah fabrikası ablukaları gibi pek çok doğrudan eylemde yer aldığını görmek beni çok etkiledi. UAD davasında yer alan yoldaşlarım ve arkadaşlarım da var. Ben de Filistin’de gönüllü insan hakları avukatı olarak üç yıl geçirdim ve Gazze’dekiler de dahil olmak üzere Filistinli insan hakları örgütleriyle çalıştım. Al-Quds İnsan Hakları Kliniği‘nin kurucularındanım, 2008/09 Dökme Kurşun Operasyonu’nda Yargıç Goldstone başkanlığındaki araştırma heyetinde Uluslararası İnsancıl Hukuk uzmanı olarak çalıştım, rotamı 180 derece değiştirmeden önce Avrupa’da uluslararası bir insan hakları kuruluşunda kısa bir süre Evrensel Yargı Yetkisi programını yönettim.
Elbette sürekli olarak, özellikle de bu gibi günler, hukuku, özgürleşmenin bir aracı olarak görmeye karşı aktif olarak çalışmak hususunda mantığımı ve kararlılığımı sorguluyorum.
İsrail yönetiminin ve ordusunun son 100 günde ve daha önce de rutin olarak, birlikte çalıştığım Filistinli insan hakları avukatlarının dediği gibi, “uluslararası hukukun tüm kurallarını” küstahça görmezden geldiğini veya açıkça ihlal ettiğini gördük. İsrail’in uluslararası hukuka rağmen ya da ondan bağımsız hareket etmesi bu son 100 güne özgü değildir, rutine bindirdiği bir eylemdir. Aynı zamanda İsrail, Gazze söz konusu olduğunda uluslararası hukuk söyleminde çok güçlü bazı paradigmatik değişikliklere başvurmakta, örneğin “İsrail-Hamas savaşı”nda olduğu gibi iki taraf arasında bir eşdeğerlik olduğunu öne süren hukukî “savaş” kavramına başvurmaktadır. Dahası, 7 Ekim’den önceki 75 yıllık baskının ve işgal yasalarının yasal çerçevesinin izlerini, daha müsamahakâr bir devletlerarası savaş hukuku çerçevesi lehine siliyor. İsrail’in eşdeğerlik iddiası sadece kendi operasyonu için kullanışlı olduğu sürece geçerlidir. Gazzelilerin meşru müdafaa hakkı söz konusu olduğunda bu iddia geçerliliğini kaybeder ya da Gazzelilerin İsrail hastanelerini, okullarını, üniversitelerini, arşivlerini, müzelerini, tiyatrolarını, ibadet yerlerini, akademisyenlerini, gazetecilerini, siyasi ve askeri liderlerini hedef alan saldırılar gerçekleştirecek silahlara sahip olduğunu hayal edin, bu durumda asla bu iddia dile getirilmez.
Hasan Nasrallah, Hamas lideri Salih El-Aruri ve grubunun diğer beş üyesinin İsrail tarafından hedef alınarak öldürülmesinin ardından yaptığı konuşmada (mealen) “artık bu uluslararası hukuk saçmalıklarına inanmıyoruz” dedi. Ve sanırım birçoğumuz da inanmıyoruz. Zira önce ulusal sonra da uluslararası kurumlar birbiri ardına İsrail lehine olan teyamüllerini, İmparatorluğun tüm çıplaklığını dünyaya gösterecek şekilde pervasızca ve yüzsüzce sürdürürken, ekranlarımızda gün be gün yaşanan soykırımı izleyen tek kişi o değil. Yine de bu sabah UAD’nin kadim salonlarında süren davayı izlerken hukukun Gazze’yi kurtarabileceğine, soykırım kaosuna karşı “yasal düzenin” yeniden tesis edilebileceğine inanmak İSTİYORUM.
Ve elbette bu konuda yalnız değilim. Geçtiğimiz aylarda gösteriler “Rishi Sunak saklanamazsın, seni soykırımla suçluyoruz” gibi sloganlarla çınladı ve protestocular Uluslararası Ceza Mahkemesi (“UCM”) ve UAD’ye atıfta bulunan, uluslararası hukuka inanç ve onay ya da belki de içkin eleştiriler getiren pankartlar taşıdı. Güney Afrika’nın iddialarını içeren bir dosyayla UAD’ye başvurduğu andan itibaren sosyal medyada tebrik, açıklama ve destek içeren paylaşımların sayısı her geçen saat arttı. Bugün Lahey’deki mahkemenin dışında, canlı yayın için devasa bir ekranın kurulduğu gösteriler, izleme partileri, hukuk bloglarındaki makaleler, bazı akademisyenlerin meşru bir “medenî” hukuki talebi saygın bir şekilde destekleyerek Filistin yanlısı olabildikleri için rahatlamış görünmeleri. Yüreğimiz UAD için atarken BM, hatta Güvenlik Konseyi ile ilgili hayal kırıklığımıza bir ara verdik.
Eğer UAD’nin ve genel olarak Batı’nın yerinde olsaydım ve kendi bekamla ya da üstünlüğümle ilgilenseydim (ki tabii ki ilgilenmiyorum), Güney Afrika’ya mütevazı bir şekilde de olsa destek vererek Batı emperyalizmine verilen zararı telafi etmek için UAD’deki bu fırsatı değerlendirirdim. Soykırımın soyut olarak yasal bir şekilde kınanması ve İsrail’in uluslararası hukuka uyması, sivil, özellikle de çocuk kayıplarını en aza indirmesi için teşvik edilmesi bile bir kazanım olarak kutlanacak ve uluslararası sisteme olan inancı (bir miktar) yeniden tesis edecektir. Duvar konusundaki Danışma Görüşü’nden sonra olduğu gibi, İsrail ya da uluslararası toplum UAD’nin “nazik taleplerini” yerine getirmek için herhangi bir adım atmasa bile “uluslararası düzen” yeniden tesis edilecektir.
Her halükârda, UAD’nin Blinken gibi davranacağını ve sadece “İsrail’in kendini savunma hakkı vardır” cümlesini papağan gibi tekrarlayacağını düşünüyorum (yine Gazzelilerin meşru müdafaa hakkından söz edilmiyor) ve tabii ki İsrail sivil kayıpları en aza indirmeye özen göstermelidir cümlesi de bir yerlerde geçecektir. Ne kadar sivil ölümünün kabul edilebilir ve ne kadarının çok fazla olduğunu hesaplayan eski Uluslararası İnsancıl Hukuk oyunu devam ediyor. Ve kimse infazları, doğrudan hedef almayı, kasıtlı aç bırakmayı görmüyor. Beyaz fosfor, beyaz bayrak ölümleri, ailelerin tümüyle yok edilmesi, ki bunlar yeni değil, Gazze’deki önceki tüm operasyonlar esnasında ve sonrasında belgelenmişti.
Ve teoriyle hemhâl olmaya, belli belirsiz şekilde eleştirel olmaya geri dönebiliriz.
Ya da dönebilir miyiz? Ve dönecek miyiz? Şimdi, teorinin ancak somut olarak devrimci pratiğin hizmetindeyse bize hizmet ettiğini yinelemenin zamanıdır. Ve Gazze soykırımının mutlak dehşeti, kendi ülkelerimizde otoriterliğin tırmanışı ve bunun beraberinde getirdiği varoluşsal korkular söz konusu olduğunda, teorimizin pratiğe bağlılığını kontrol etmeli ve güçlendirmeliyiz. Şimdi, hiç değilse, her birimizin ve teorimizin fildişi kuleden çıkıp sokaklara inme zamanıdır.
UAD’yi izlemeyi bitirdikten sonra aklımda şu düşünce kaldı. Uluslararası hukuk gibi İsrail de Avrupa’nın bir eseridir. Bu soykırım da Avrupa’nın eseridir. Aimé Césaire’in dediği gibi, Avrupa savunulamaz. Avrupa’yı yok etmeliyiz. Ve buna, özellikle benim gibi Avrupalılar için, kafamızdaki “Avrupa medeniyeti” ve bizleri çevreleyen liberalizmin son kalıntıları da dahildir.
Peki, bu nasıl gerçekleşecek ve tüm bunların orijinal başlığım olan QTHoMo Commodity Form Theory of Law ile ne ilgisi var?
Hukuka ve düzene yaptığımız bu derin yatırımla; hukukun ve adaletin bir şekilde insan yapımı olmadığı ve özellikle de iktidarların kendi çıkarlarını ilerletmek için yarattıkları bir şey olmadığı inancıyla, hukukun soyut olarak “adaletin” bir işlevi olarak var olduğuna dair bu tuhaf, modası geçmiş yarı dinî kavramla ilgileniyorum. Bu inancın ve kavramın nereden geldiğini, gücünün nelerden oluştuğunu ve elbette bu büyüyü nasıl bozabileceğimizi anlamak istiyorum. Elbette bu sadece bir ideolojik büyü veya “yanlış bilinç” meselesi değil, gerçek maddî çıkarlarla desteklenen bir ideolojik büyü.
Çok basit bir şekilde, bizi (tabii ki bizi değil) Filistinlilerin ya da Lübnanlıların değil de İsrail’in kendini savunma hakkından bahsetmeye iten güçlü ideoloji; hukukun, yaratılmasında ve sürdürülmesinde önemli bir rol oynadığı yerleşimci sömürgeci ırk kapitalizminin daha geniş sisteminin temel unsuru olan ırkçılıktır. Eğer bir tür insanın öldürülmesini kınıyor ama diğerini kınamıyorsanız, birini kederli kılıp diğerini kederli kılmayan şey, yerleşimci sömürgeci ırk kapitalizmine hizmet eden ırk damgası tarafından yüzyıllardır yapılan kodlamadır. Benim ilgilendiğim şey, bu türden bir damganın, “hukuki kategorizasyonların” nasıl kendimizi özdeşleştirdiğimiz şeyler haline geldiği ve bu bağlılıkların hukuka olan bağlılığımızı nasıl sağlamlaştırdığıdır. Hukuku, deyim yerindeyse, şahsileştiriyorlar.
Irk kategorisinin ne demek olduğuna ilişkin Rob Knox’un harika çalışmasına ve Tapji Garba’nın toplumsal bir biçim olarak ırksal kölelik üzerine yürüttüğü çalışmaya bakabiliriz: Bir toplumdaki politik-ekonomik ve ideolojik üretimin özgül karakterini belirleyen toplumsal aracılık biçimi (Garba, yayınlanmamış makale). Hukuk aracılığıyla öznellik, özgürlüğümüzü nasıl kavradığımızla yakından ilgilidir.
Öznelliğin ırk zaviyesinden incelenmesine eklediğim şey, cinselliğin toplumsal biçimleri ve hukuk aracılığıyla dolayımlanan (gerçekleştirilen – üretilen) meta biçimiyle ilişkisidir. Benim iddiam (ve bu konudaki diğer çalışmalarımı buradan ve buradan takip edebilirsiniz), (Batılı/Avrupalı) hukuka bağlılığımızın (daha iyisini tasavvur edebilecek bilgiye ve ufka sahip olmamıza rağmen) devam etmesinin, hukukun liberal/neoliberal “otantik benlik” kavramları doğrultusunda (hukuki) öznelliğimizi tanımlama ve daha da tanımlamaya hizmet etme şekliyle bir ilgisi olduğudur. Bu, içselleştirilmiş liberal emperyalizmin, bedenlerimize aşılanmış hukuki ideolojinin bir biçimidir. Dünyamızın yanı sıra zihinlerimizi de dekolonize etmeliyiz. Nat Raha ve Harry Josephine Giles gibi Trans Marksistler ve Radikal Transfeministler, toplumsalcinsiyetin komünizasyonu ve her veçhesiyle ortadan kaldırılması üzerine yaptıkları çalışmalarla bu yola işaret etmektedirler.
UAD’nin 26 Ocak 2024 tarihli ara kararının ardından sonsöz: Uluslararası hukuk yaşıyor, binlerce Gazzeli ise öldü
26 Ocak Cuma günü, Holokost Anma Gününden bir gün önce, aynı zamanda Avustralya Günü veya yerli halkın İşgal Günü veya Hayatta Kalma Günü olarak kutladığı gün ve Angela Davis’in 80. doğum gününde, UAD Güney Afrika tarafından açılan davada ara kararını verdi.
Bunu açıkça söylemekten kaçınsa da UAD, İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonlarını durdurmasını emretmedi. Birçok kişi bu durum karşısında hayal kırıklığına uğramış olsa da diğerleri, gerçekçi bir bakış açısıyla, mahkemenin böyle bir karar vermesini zaten beklemediklerini, bu talebin sadece prensip meselesi olduğunu itiraf etti. Çünkü bu Gazzelilerin en önemli talebiydi. Karara verilen karışık ama çoğunlukla olumlu tepkiler arasında, dünyanın dört bir yanındaki aktivistler şimdi kendi (suç ortağı) hükümetlerinden, bankalarından, silah şirketlerinden, üniversitelerinden, emeklilik fonlarından yapacakları taktik talepleri tartıştılar. UAD makul bir soykırım riski olduğunu söylediğine göre, güçlü bir dava, makul bir suç ortaklığı riski var demektir.
Suç ortağı Batılı güçlerin 100 günden fazla süren soykırım, gasp ve baskılarından sonra, Filistin yanlılarının (ya da soykırım karşıtlarının) mahkemeden olumlu bir şeyler duymayı ne kadar çok istedikleri açıktır. Mahkeme bize sadece yeteri kadarını verdi. Kendisinin (ve uluslararası hukukun) meşruiyetini korumaya yetecek kadarını. Gazzelilerin yaşadıklarının yeterince tanınması ve İsrail’in belki de soykırıma varan açıklamalarının yeterince kınanmasıyla yetindi.
Aynı zamanda, UAD’nin ara kararının alındığı gün İsrail’in Gazze’de 174 kişiyi öldürdüğü bildirildi. Dahası, UAD’nin Gazze’ye yeterli insani yardımın girmesine izin verilmesi yönündeki kararına rağmen İsrail; ABD ve diğer bazı Batılı hükümetleri Gazze’deki en büyük insani yardım kuruluşu olan ve yaklaşan kıtlığın önlenmesinde doğrudan rol oynayan ve Suriye, Ürdün ve Lübnan da dahil olmak üzere diğer bazı ülkelerdeki Filistinli mültecilere destek veren UNWRA’nın fonlarını kesmeye ikna etti. Bu, ideolojik açıdan son derece önemli olan Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı da dahil olmak üzere 75 yıllık “Filistin Sorunu”nu küresel gündemden düşürmek için atılmış hesaplı bir adımdır.
Bu sabah, doktor üniforması giymiş ve takma sakallı İsrail özel kuvvetleri Cenin’deki (Batı Şeria) bir hastaneye girerek üç Filistinliyi hastane yataklarında yargısız infaz etti. Bu eylem, Gazze’nin yeniden iskânına ilişkin bir konferansta kutlama yaptıktan günler ve “Lahey aslanları” diye tweet attıktan bir hafta sonra, İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir tarafından X’te tebrik edildi. Hastane suikastı, günlük soykırımın sıradanlığından uzaklaşmak için cüretkâr, teatral bir eylem. Tam manasıyla “Lahey aslanları” hissiyatı veren bir eylem.
Uluslararası hukuka ve mahkemelere duyduğumuz inanç kısmen (ve iyiniyetle), işlerin gerçekten de olduğu kadar kötü olduğuna inanmayı reddetmektir. Umutsuzluğun ortasında, düzene ve akla olan bağlılığımıza tutunuyoruz. Ancak bu, hem tarihin hem de bugünün inkârı ve silinmesidir. Bugün Gazze’de yaşananlar tarih boyunca sayısız toplumun başına geldi ve şu anda başka yerlerde de yaşanıyor. Sadece yaşanmıyor, yaşatılıyor da.
Monografimde, radikal Pashukanisçi bir uluslararası hukuk teorisi önerdim ve bunun bir parçası olarak uluslararası hukukun “insanî” yanını burjuva adalet tiyatrolarında servis edilen “konserve ahlak” olarak kavramsallaştırdım. Bu gösteriler (ya da dualar, vaazlar) bizi mevcut düzenle birleştirir ya da ona olan bağlılığımızı (inancımızı) yeniden tesis eder, sistemin doğruluğunu ilan eder ve eğer herkes buna uyarsa adalet vaadinde bulunur. Tüm hukuk sistemini ve kavramını, modern dünyamızda sermayenin egemenliğinden başka bir şey olmayan hukukun üstünlüğünü meşrulaştıran (ve bunlar aracılığıyla bizim de meşrulaştırdığımız) şey bu “konserve ahlak”tır.
Mevcut Gazze soykırımını yaşayanlar, yurttaş gazeteciler Bisan ve Motaz, haykırdı: “UAD bir yalandır“, “UAD’nin canı cehenneme“. Avrupa’nın, liberalizmin, eski düzenin üzerindeki perdenin kaldırılmasının zamanı geldi. Bu bize bağlı. Bakışlarımızı devlete çevirmekten vazgeçip etrafımıza, topluluklarımıza, işyerlerimize, sendikalara, karşılıklı yardımlaşma gruplarına, küresel dayanışma ağlarına bakarsak yeni dünyanın her yerde, her gün inşa edilmekte olduğunu görürüz. Yallah! Neyi bekliyoruz?
Bu yazı 19 Şubat 2024 tarihinde Critical Legal Thinking’de, yayınlanmıştır.
* Bu çeviri elestirelhukuk.com ve praksisguncel.org’da eş zamanlı olarak yayınlanmıştır.