Herkesin Sesi Olan Filistin

Herkesin Sesi Olan Filistin

Ekim 7, 2024 0

Bir yıl önce bugün, bir halkın neredeyse 100 yıllık işgale karşı asla bitmeyen direnişinin doruk noktalarından biriyle uyandık. Aksa Tufanı’na ilişkin haberleri aldığımızdan itibaren dünyanın tüm ezilenlerinin ve ezilenler ile gönüldaşlık kuranların kalbi Filistin’de atıyor. İşgal rejiminin nasıl katliamlar gerçekleştireceğini biliyorduk, bir halkın ve bu halkın elinde kalan küçücük bir toprak parçasının bu katliamlara dayanıp dayanamayacağını bilmiyorduk.Ancak Filistin halkının “nefes almak, yaşamak değildir” haykırışının boyutu ve kararlılığı tüm şüphelerimizi çöpe atarak adını tarih sayfalarına şimdiden örgütlü bir halkı hiçbir gücün yenemeyeceğini bizlere gösteren örneklerden biri olarak yazdırdı.

Bugün direniş ve işgal rejiminin saldırganlığı çok daha geniş topraklara yayılmış durumda. Gözlerimiz ve kalbimiz yalnızca Gazze’de ve Batı Şeria’da değil. Lübnan, İran, Yemen, Suriye, Irak topraklarından işgalcileri kahredecek, Filistinlileri sevinç çığlıklarına boğacak haberlerin gelmesini bekliyoruz dört gözle. Amerika, İrlanda, İspanya, Türkiye ve dünyanın dört bir yanında yüreği ezilenler için atanlar Filistin halkına olan desteğini haykırıyor ve gerçek sorumluları ifşa ediyor. İşgal rejiminin kutsal bir ittifak kurduğu çürümüş Batı iktidarları (sayısı bir elin parmağını geçmeyen istisnaları tenzih ederek) soykırım planının tamamlanması ve işgalin kalıcılaşması için ellerindeki tüm imkanları seferber ediyor. Fabrikalar işgal rejimi için çalışıyor; gemiler işgal rejimi için limanlardan kalkıyor;parlamentolarda ve başkanlık saraylarında oturan utanmazlar işgal rejimine akıtılan milyar dolarların altına imzalarını atıyor; İsrail’in güvenliği, İsrailli siviller, HAMAS terörü hakkında konuşmaya devam ediyor. 

Peki dünyaya barışı ve huzuru getireceği iddia edilen, sözde devletlerin ve milletlerin eşitliği ilkesi üzerinde temellenen uluslararası örgütler ve aygıtları ne yaptı bu süre boyunca? Hiçbir anlamı olmayan kınamalar ve bir yaptırım gücü dahi olmayan kararlar ile Batılı sahiplerini rahatsız etmeden kendi sahasında top çevirmek dışında hiçbir şey. Aradan geçen bir yıldan ve on binlerce Filistinli katledildikten sonra İsrail’e silah satışını askıya almalarına, İsrail’in suçlarından bahsetmeye, Filistin’e insani yardım göndermelerine kanmayalım; direnen ve pes etmeyen Filistin halkının karşısındaki acziyetlerini kabul etmek zorunda kaldılar sadece. Soykırımın sorumluluğundan sıyrılma ve kanlı ellerini temizleme derdindeler. Ancak tarih onları da yazdı.

Evet, Filistin bugün herkesin sesi, tüm ezilenlerin umudunu bağladığı yer. Bu halk sadece kendisi için değil, Vampirler Şatosu’ndaki tahtlarında oturan ve susuzluğu asla dinmeyen kan emicilerin küresel iktidarını sonlandırmak, emperyalizmin bir kâğıttan kaplan olduğunu tüm dünyaya kanıtlamak için direniyor. Bu büyük günün yıl dönümünde Filistin halkını selamlıyor ve “Nehir’den Deniz’e Özgür Filistin” diye haykırıyoruz.


Jodi Dean

Çev.: Rüzgar Özbulduk

Son Okuma: Dicle Demir

Jodi Dean; işgale ve saldırılara karşı direnen Filistinlileri iyi-kötü ayrımına tabi tutan anlayışa karşı, Filistin davasında somutlaşan radikal evrensel kurtuluş için yazıyor. 

Bu makalenin ilk kez yayımlanmasının ardından Jodi Dean, kurum başkanı tarafından alenen kınama ve “öğretim görevinden alınma” cezasına çarptırıldı. Temel akademik özgürlüklerin bu şekilde açık ihlali, ABD ve diğer ülkelerin üniversitelerindeki daha büyük ve sistematik bir baskının sadece bir örneğidir: Akademide Filistin kurtuluş mücadelesiyle dayanışan söylemler bastırılmaktadır. Jodi Dean’in göreve iadesi için bir dilekçe burada[1] bulunabilir.

İsrail’in hava savunmasından kurtulan paraşütçülerin 7 Ekim’deki görüntüleri, çoğumuz için heyecan vericiydi. Bu anlar, Siyonistlerin işgale ve kuşatmaya teslimiyet beklentilerini boşa çıkaran özgürlüğü simgeliyordu. Ayrıca bu anlar; kesin olarak beklenen yıkımın karşısında (ki İsrail’in asimetrik savaş uygulamaları ve orantısız güç kullandığı herkes tarafından bilinen bir gerçek) imkânsız gibi görünen cesaret ve başkaldırı hareketlerini gözler önüne serdi. Baskı altına alınmış insanların onları kuşatan engelleri yıkıp geçtiği, kurtuluşları için gökyüzünden özgürce uçtukları bu görüntüleri izleyen herhangi birinin güçlü hissetmeme ihtimali var mıdır? Mümkün görünen yıkıma dair genel inanışın parçalanması; herkesin özgür olabileceği inancını, emperyalizmin, işgalin ve baskının devrilebileceği ve hatta devrileceği inancını kuvvetlendirdi. Filistinli militan Leyla Halid’in de anılarında, “Halkım Yaşayacak”ta, anlattığı başarılı bir uçak kaçırma olayıyla örneklediği gibi “Eylem ne kadar görkemli olursa halkımızın morali de o kadar yüksek olur.” Bu tür eylemler beklenene dair genel inancı sarsarken bir başka olasılığın varlığına işaret ederek insanları umutsuzluk ve çaresizlikten kurtarır. 

Bu tür eylemlere tanık olduğumuzda çoğumuzda aynı netlik duygusu belirir. Bu eylemlerle açığa çıkan özne etkisi, cevabımızda saklıdır: Bir özne mevcut olandaki bir eksikliği gidermiştir ki dünyada bir şeyler değişmiştir. Alain Badiou’dan alıntılayacak olursak: Eylem, geriye dönük bir etki olarak, kendisini meydana getiren özneyi üretir. Emperyalizm bu tür duyguları hızla yayılmadan önce yasaklayarak ve taşkınlık olarak niteleyerek önlemeye çalışır. 

Emperyalist kurgunun bize yansıttığı Filistinli imajı genellikle yıkım, yas ve ölümle özdeşleştirilir. Filistinlilerin insanlığı; çektikleri acılar, yaşadıkları kayıplar ve katlandıkları şeyler ölçüsünde kabul görür. Bunun sonucunda Filistinliler özgürlüklerini kazanamayıp yalnızca sempati elde ederler. Oysa özgürleşme, sempatiyi yavaş yavaş tüketir. Bu kurban imgesi bir sivil kimliğindeki, hatta daha da iyisi bir çocuk, kadın veya yaşlı kimliğindeki “iyi” Filistinliyi üretir. Direnen Filistinliler ise, özellikle de örgütlü bir grubun parçası olarak direnenler, ortadan kaldırılması lazım gelen canavarca düşmanlar, yani kötülerdir. Fakat hedef kitle, tüm Filistinlilerdir. Buna göre “iyi” Filistinlilerin de hedef alınmasından dolayı “kötü” Filistinliler suçludur ve Gazze’nin her karışının teröristlere saklanacak yer oluşturması bir başka gerekçe olarak gösterilir. İyi-kötü ayrımının bu şekilde denetlenmesi, “özgür” Filistinli ihtimalini dışlar.

Ayrıştırıcı denetim, siyasi mücadelenin bir parçasıdır. Bu bağlamda ezilenlerin özgürleşeceği, işgallerin ve ablukaların sona ereceği duygusunu uyandıran her şey imha edilmelidir. Emperyalistlerin ve Siyonistlerin 7 Ekim’i bir felaketler silsilesi olarak göstermesinde yalnızca sömürgeciliğin, işgalin ve kuşatmanın tarihini ve gerçekliğini gizleme amacı güdülmez. Bu aynı zamanda, parçalanmanın yarattığı boşluğun kendi öznesini yaratmasını engelleme amacını da taşır.  

İlk intifada 1987 yılında “Planörlerin Gecesi” ile başladı: 25 ve 26 Kasım tarihlerinde, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nden (FHKC) iki Filistinli gerilla İsrail işgali altındaki topraklarda savaşarak can verdi. Savaşçılardan biri altı İsrail askerini öldürmüş, yedisini yaralamıştı. Olanlardan sonra savaşçısına ulusal bir kahraman olarak sahip çıkan Gazzeliler, İsrail ordusu askerlerini duvarlarına “6:1” yazarak tahrik ettiler. Hatta Filistin Kurtuluş Örgütü Başkanı Yaser Arafat dahi şu sözleriyle savaşçıları methetti: “Bu saldırı, şehit olmayı göze almış bir gerillanın önünde hiçbir engelin duramayacağını gösterdi.” Uçmaya niyetlenen savaşçıları hiçbir şey geride tutamaz, engelleyemezdi. Planörlerin Gecesi, Haziran 1967’deki Arap yenilgisinin ardından gelen Filistin devriminin coşkulu enerjisini yeniden canlandırdı, Mart 1968’deki Karama savaşından sonra da gerilla hareketinin büyümesini teşvik etti. Planörler Gecesi’nden sonra ve ilk intifada sırasında Filistinli olmak, ikinci sınıf vatandaşlığa ve mülteci statüsüne boyun eğmek yerine isyan ve direnişi seçmek anlamına geliyordu. 

2018’deki Büyük Dönüş Yürüyüşü sırasında Gazzeliler, İsrail’in hava savunma sistemlerini atlatmak ve İsrail topraklarını ateşe vermek amacıyla uçurtmaları ve balonları kullanmıştı. Yangın uçurtmalarını ilk kez göndermeye başlayanlar görünüşe göre Filistinli gençlerdi. Daha sonra Hamas da olaya dahil oldu ve yangın uçurtmaları ile balonların yapımı ve fırlatılması konusunda uzman al-Zouari birimini kurdu. Bu uçurtmalar ve balonlar Gazze’de moralleri yüksek tutarken İsrail ekonomisine zarar veriyor ve Gazze sınırı yakınlarında yaşayan İsraillileri öfkelendiriyordu. İtalyan bir gazetecinin uçurtma ve balonlar hakkında yaptığı “ikonik yeni silah” ve “İsrail’i çılgına çeviren” yorumuna yanıt olarak Hamas lideri Yahya Sinvar şu açıklamalarda bulunmuştu: “Uçurtmalar birer silah değildir. En fazla anızları ateşe verirler, bir yangın söndürücü ile o da söndürülür. Demir Kubbe’nin her bir bataryası 100 milyon dolara mal olurken uçurtmalar sadece birer sicim, kâğıt ve yağa batırılmış bir bez parçasıdır. Onlar silah olmaktan ziyade bir mesajdır ve şunu ifade eder: Siz çok güçlüsünüz ama asla kazanamayacaksınız. Gerçekten, asla!” 

Gazze’nin uçurtmalarını, teslimiyeti reddeden halkın mesajı olmaktan öte okuyabileceğimiz bir başka perspektif de mevcut. 2011 yılında Gazze sahilinde 15 bin Filistinli çocuk, aynı anda en çok uçurtmayı uçurarak dünya rekorunu kırdı. Bu uçurtmalarla birlikte çocuklar Filistin bayrağı ve sembollerinin yanı sıra barış ve umut dileklerini de uçurdular. Uçurtmasını Filistin bayrağının renkleriyle boyayan 11 yaşındaki Rawia da bu durumu “Onu uçurduğumda ülkemi ve bayrağımı gökyüzüne yükseltiyormuşum gibi hissediyorum.” sözleriyle açıklıyor. Nitin Sawhney ve Roger Hill’in yönettiği 2013 yapımı belgesel “Uçan Kâğıt”, uçurtma uçuran kimi gençlerin hikayesini anlatıyor: “Uçurtma uçurduğumuzda gökyüzünde süzülen bizmişiz gibi, özgür olduğumuzu hissediyoruz. Gazze’nin kuşatma altında olmadığını hissediyoruz. Uçurtma uçurduğumuzda özgürlüğün var olduğunu biliyoruz.” Bu yılın başlarında da dünyanın dört bir yanında düzenlenen dayanışma gösterilerinde uçurulan uçurtmalarla Filistinlilerin özgürlük umudu güçlendi ve iradeler ortaya kondu. 

Refaat Alareer’in son şiiri “Eğer Ölmem Gerekiyorsa”, uçurtmaların ve umudun çağrışımlarından beslenir. İsrail Savunma Kuvvetleri Alareer’in binasını havaya uçurarak onu öldürdükten sonra, Brian Cox’un bu şiiri seslendirdiği video internette çokça paylaşıldı. 

Eğer ölmem gerekiyorsa

Sen yaşamalısın,

Sen yaşamalısın ki

Hikayem anlatılsın,

Bir parça kumaş ve 

Uzun, beyaz bir uçurtma ipi alabilmek için

Eşyalarım satılsın.

Sen yaşamalısın ki

Gazze’de bir çocuk 

Gözleriyle ararken gökyüzünde cenneti,

Ve beklerken alevler içinde yitirdiği babasını,

-bir parça etine dahi veda edemeden yitirdiği babasını-

Görsün benim için yaptığın uçurtmayı,

Ve bir an için

Düşünsün bir meleğin ona sevgisini taşıdığını

Eğer ölmem gerekiyorsa

Ölümüm umut getirsin,

Bırak bir hikâye anlatsın.

Uçurtma bir sevgi mesajıdır. Uçmak için yapılır ve uçarken umudu yaratır. Alareer’in şiirinde de uçurtmanın kumaştan ve iplerden yapılışı, uçuşu anlatılır. Uçurtma yapmak bir yastan fazlasını simgeler; pratik iyimserliğe doğrudan katılmayı, “sen”i inşa eden öznel sürecin bir unsurunu simgeler. Bir politik özne olan ve uçurtmayı yapmakla, hikayesini anlatmakla görevlendirilen “sen”i…

1998 yılında Filistinliler Yaser Arafat Uluslararası Havaalanı’nı inşa ettikten sonra 2001’de, ikinci intifada sırasında İsrail buldozerleri havaalanını yıktı. Moloz ve kum yığınına dönüşen pisti inşa eden işçilerle görüşen Hind Khoudary’nin de açıkladığı gibi, havaalanı ile Filistin devleti hayali derinden bağlantılıydı. “Gazze havaalanı bir projeden fazlasıydı. Filistinliler için bir özgürlük sembolüydü. Filistin bayrağını gökyüzünde dalgalandırmak her Filistinlinin hayaliydi.”

İsrail’e 7 Ekim’de uçan paraşütçüler, uçuş ile kurtuluşun birlikteliğine ilişkin devrimci anlayışın uzantısıdır. Emperyalist ve Siyonist güçler bu eylemi her ne kadar tekil bir Hamas terörizmi biçimine indirgese veya Filistin direnişinin akıbetini, tüm gerçeklere rağmen, Hamas’a bağlıymış gibi gösterse de Filistin’in özgürlük mücadelesi iradesi Hamas’tan öncesine dayanır ve onu aşar. Hamas 7 Ekim eyleminin bir öznesi değil, Filistin devriminin son eyleminin gerçek öznesini açığa çıkarmasını uman bir aracıydı. 

Leyla Halid’in FHKC tarafından gerçekleştirilen kaçırma eylemi için yazdıkları, 7 Ekim için de geçerlidir: “Bir yoldaşın dediği gibi: Düşmanın yenilmez olmadığını kanıtlamak için korkak bir dünyada kahramanca hareket ediyoruz. Sağır Batılı liberallerin kulaklarını patlatmak ve gözlerine inen dayanıksız perdeyi kaldırmak için ‘şiddetle’ hareket ediyoruz. Devrimci hareketimiz, kitlelere ilham verecek ve karşı-devrim çağında devrimci ayaklanmayı tetikleyecektir.” 

Ezilen bir halk değişimin mümkün olduğuna nasıl inanabilir? Onlarca yıl yenilgi yaşamış hareketler nasıl olur da kazanabileceklerini hissedebilirler? Sara Roy, 7 Ekim’den önce Gazze ve Batı Şeria’yı saran umutsuzluğu belgeledi: Hizipçilik ve sadece El Fetih’in değil Hamas’ın da İsrail’le çok fazla iş birliği yaptığı duygusu, ulusal çapta birleştirici bir projeye olan güveni sarsmıştı. Bir arkadaşı Roy’a “Geçmişteki taleplerimiz anlamsız hale geldi. Artık kimse Kudüs’ten ya da geri dönüş hakkından bahsetmiyor. Sadece gıda güvenliği ve açık geçişler talep ediyoruz.” demişti. Fakat El Aksa Tufanı bu umutsuzluğa karşı da bir saldırıydı. Hamas ve Filistin İslami Cihadı (PIJ) liderliğindeki direniş savaşçıları koalisyonu, yenilgiyi kabullenmeyi ve onur kırıcı bir şekilde ağır ağır ölmeyi reddetti. Bu hareket, devrimci öznenin etkisi olarak ortaya çıkacak şekilde tasarlanmıştı. 

İsrail’in Filistin’e yönelik soykırım savaşının başlamasından bu yana geçen altı ay içinde, Filistin’le küresel dayanışmada artış yaşandı. Bu artış, 1970’ler ve 1980’lerdeki dalgayı anımsatıyordu. Edward Said’in de dediği gibi, yetmişli yılların sonunda “Filistin hareketiyle özdeşleşmeyen ilerici bir siyasi dava yoktu.” Filistin ile dayanışma, solu birleştirdi ve kurtuluş mücadelelerini küresel bir anti-emperyalist cephede bir araya getirdi. Tarihçi Robin D.G. Kelly bu durumu şu şekilde ifade ediyor: “Biz radikaller FKÖ’yü, kendi kaderini tayin etme ve ‘kapitalist olmayan bir yol’ boyunca kalkınmaya ilerleyen küresel bir Üçüncü Dünya mücadelesinin öncüsü olarak gördük.” Filistin mücadelesinin militanlığı ve adanmışlığı, devrimci savaşçılarını sol için model haline getirdi. 

Bugün Filistin’in kurtuluşu için verilen mücadele, İslami Direniş Hareketi-Hamas tarafından yönetiliyor ve Hamas, örgütlü Filistin solunun tamamı tarafından destekleniyor. Emperyal merkez solunun da Hamas’ı destekleme konusunda Filistin solunun liderliğini takip etmesi beklenebilirdi. Fakat sol entelektüellerin çoğu, emperyalist devletlerin Filistin’i kınayan söylemlerine bağlı kalmayı seçtiler. Bunu yaparken de Filistin devriminin karşısında yer alıp bu siyasi projenin bastırılmasına ilericilik kılıfını giydirerek bir önceki kuşağın anti-emperyalist özlemlerine ihanet ettiler.

Judith Butler’ın 19 Ekim’de London Review of Books’ta yayımlanan makalesi bu durumun başat örneklerindendir. Butler bu makalesinde, analizinin merkezine yetmiş beş yıllık Nakba ve Filistin direnişini almak yerine Hamas’ın korkunç cinayetlerini akladıklarını söylediği Harvard öğrencilerini eleştirir. Harvard Filistin Dayanışma grupları, İsrail rejimini “yaşanan bütün şiddet olaylarının tek sorumlusu” olarak gören bir bildiri yayınlamıştı. Butler’ın bu makalesi; Columbia, Cornell, Penn, Harvard, Rochester Üniversitesi ve daha birçok yerde olduğu gibi kısa süre içinde akademide egemen olacak bir tutumun habercisiydi. Bu anlayış, dikkatleri Gazze’de yaşanan soykırım şiddeti gerçeğinden kaydırarak güvenli ve ayrıcalıklı ABD üniversitelerinin hissi ortamına yoğunlaştırdı. Butler’ın öğrencileri -dillerini, duygu ve düşüncelerini ifade tarzlarını- hedef alması, Harvard ve Penn rektörlerinin istifasıyla sonlanan kongreleri de şekillendirmiştir. 

Butler, Harvard öğrencilerinin aksine Hamas tarafından uygulanan şiddeti herhangi bir niteleme yapmaksızın kınadı. Bu kınamanın siyaseti sona erdireceğini veya bölgenin tarihini öğrenmeyi engelleyeceğini ise asla düşünmez. Aksine Butler, ahlaki perspektifte bu kınamanın zorunluluğunu savunur. Böyle bir perspektif, “yeni siyasi özgürlük ve adalet biçimleri” ile yas tutma hakkında eşitliği de beraberinde getirecektir. Ancak Butler’a göre bu perspektif Hamas’ı dışlamaktadır. O, Hamas’ı 7 Ekim’in tek sorumlusu olarak görür. Birden fazla Filistinli grubun silahlı kuvvetlerinin eyleme katıldığı gerçeğini görmezden gelir. Bu şekilde, Gazze’de demokrasiyle seçilen iktidarın askeri kolunun çok ötesine uzanan bir eylem desteğini de görmez. Bunun da ötesinde Butler, “Hamas gibi grupları yok olmaya itecek” türden bir eşitlik hayali kuran bir mücadelenin parçası olmak ister. Butler için “Hamas gibi” olanın ne olduğu ya da hangi özelliklerinin bir grubun yok olmasını gerektirdiği de belirsizdir. Örneğin eğer kıstas şiddete başvurmaksa o zaman sömürgeleştirilmiş, işgal edilmiş ve ezilmiş bir halkın kurtuluş mücadelesi peşinen dışlanmış demektir. Yetmişli yılların sonunda ilerici güçleri birleştiren siyasi ufuk daralmıştır. 

“Hamas gibi grupları yok olmaya itmek” isteyen Butler’ın pozisyonu, Joe Biden ve Benjamin Netanyahu’nunkiyle örtüşür. Ancak onlardan farklı olarak Butler, işgali tanımlayarak onu reddeder. Ancak Butler da onların pozisyonunu ve Hamas’ı Filistin’den ayırma ve Filistin’in özgürlüğünü bu ayrıma bağlı kılma taktiklerini tekrar eder. Oysa Hamas özgür bir Filistin için verilen mücadelenin yaygın kabul gören lideri iken onun dağılmasını ummak, uluslararası dayanışmayı başarısızlığa sürükler. Bu anlayış, emperyalizme karşı direnişte birleşmiş bir cepheye darbe vurur, onu baltalar. Butler’a göre ise Hamas’ı savunmak o kadar vicdansızca bir şeydir ki neredeyse hiç gündeme getirilmez. Adeta halihazırda kapalı ve kilitli olan bir kapının mühürlenmesini ister gibi Hamas da peşinen kınanır ve geçiştirilir. Onun yanında yer almak bir suçlama veya aşağılama olarak kabul edilir, temel çatışmanın neresinde durulduğu anlamında değerlendirilmez.

Butler, yerleşimci-sömürgeci yönetimin sona ermesinden sonra nasıl bir dünyanın bizi beklediği sorusuna Hamas’ın “korkunç ve dehşet verici” bir cevabı olduğuna işaret eder ve fakat bu cevabın ne olduğunu söylemez. Grubun 2017’de yayınladığı ve Tareq Baconi’nin ifadesiyle “1967’lerde kurulan bir Filistin devletini, BM’nin 194 sayılı geri dönüş hakkı kararını ve silahlı mücadelenin uluslararası hukuk sınırları içinde yürütülmesini kabul eden” siyasi belgeden de söz etmez. Batı Şeria’daki yasadışı İsrail yerleşimlerinin çoğalması göz önüne alındığında hayal etmesi zor olsa da bu belge, bana ne korkunç ne de dehşet verici geliyor. İlerleyen süreçte ise Butler, 13 Aralık’ta Harvard öğrencilerinden özür diledi. Hamas’ın daha uzun bir silahlı mücadele tarihi içinde konumlandırılabilecek bir “silahlı direniş hareketi” olma ihtimalini -ya da en azından bunların “önemli sorular” olduğunu- kabul etti. Filistin kurtuluş hareketinin liderini savunmaktansa imtina etti. 11 Mart 2024’te Butler, “her türlü ‘direnişin’ meşru olmadığını” belirtti.  

Ezilen insanlar, kendilerini ezenlere karşı gereken her türlü yolla mücadele ederler. Kazanmak için gereken strateji ve taktikleri seçerler -ve hatta kurtuluş mücadelelerinin gerçekleştiği bağlam içinde bunları seçmeye zorlanırlar. Ezenin muhalefete olan tahammül seviyesi veya bir isyanı bastırmak için kullanacağı güç miktarı ne kadardır? Ezilenlerin itaatine ne derecede bağımlıdır? İlkelerinin eleştirilebilmesini nereye kadar göze alacaktır? Her şeyden önce ezene karşı direniş hakkını -bir ulusun kendi kaderini tayin hakkını- tanımak aynı zamanda savaşmaya gönüllü olanları ve savaşabilecekleri de savunmak anlamına gelir. Böyle bir savunmanın eleştirilemez olması şart değildir; bireylerin, grupların ve devletlerin çoğu zaman aynı fikirde olmadıkları kişileri savunan bir siyasi tavır koydukları da görülür. Ancak bu savunma, ezene veya baskıyı mümkün kılan ve onaylayan daha geniş emperyalist düzenden yana değil kurtuluş mücadelesinde ezilenlerden yana olmalıdır. Robin Kelley’nin formülasyonuyla: dayanışma, “direnişin ortaklığı”na dayandırılmalıdır; “baskının ortaklığı”na değil. Bu yeni bir fikir de değildir, anti-emperyalist mücadelelere ve ulusal kurtuluş mücadelelerine dayanan uzun bir geçmişi vardır. 

Butler’ınki gibi görüşlerde öne çıkan anti-emperyalist dayanışmadaki düşüş, aslında daha geniş bir depolitizasyonu ve farklı, kısıtlı bir dizi önermeyi yansıtıyor. Bugünlerde -en azından 7 Ekim’e kadar- insanlar sol siyasetin var olmadığından şikâyet ediyor veya çok sayıda tekilliğe, özel seçimleri ve duygularıyla sayısız birey anlayışına dayalı olarak düşünüyor. Kırk yıllık neoliberal parçalanmanın birbirinden ayrı tutmaya çalıştığı meseleler arasındaki bağlantıyı kurmaya çalışan kesişimselliğin, liberal hukuktaki temelinde birey çoğu zaman kesişim noktasında konumlandırılır ve meseleler kimlik sorunu gibi görülür. Örgüt düzeyinde depolitize edilen konular, bireysel düzeyde ve münferiden yeniden politize edilir. Bir birey ne düşünür? Düşündüğünü ifade ederken kendini rahat hisseder mi? Hangi ifadeler bu rahatlığı tehdit eder ve güven duygusunu zayıflatır? Siyasetin -ister kampüste isterse protesto düzenleyen yerel yönetimlerde- bu gibi bireysel kaygıları yönetmekle sınırlandırılması, ben merkezciliğin ahlaki olarak yeniden tanımlanmasına yol açar. Bu sınırlandırma, ahlakiliğin genel ve sistematik bir şekilde siyasetin yerini almasının örneklerinden yalnızca biridir. Bu duruma militan siyasi örgütlenmenin yerini yardım çalışmalarının almasında, mücadelenin yerini idareciliğin almasında ve devrimci partilerin yerini sivil toplumun ve diğer STK’lerin almasında da rastlarız. 

Aslında depolitizasyonla değil yenilgiyle karşı karşıyayız. Siyaset de bu yenilginin yapılandırdığı şekliyle sürdürülüyor. Emperyalizme karşı mücadelede tutarlı bir biçimde konumlanamamamız nedeniyle tarafımızı seçemiyor, hangi tarafta olduğumuzu soramıyor, göremiyoruz. İkili düşünce sisteminin bir sonucu veya karmaşıklığı ve belirsizliği kabul edememe olarak gördüğümüz için sadece tarafları belirlemeyi dahi reddediyoruz. 

                                                                       ***

Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin 1969 tarihli strateji belgesi, Said ve Kelley’nin işaret ettiği siyasi dünyaya perde aralıyor. Butler’ın ahlakçılığıyla sadece gizlediği ve hatta Siyonist ve emperyalist koşullarını sürdürdüğü değil aktif olarak da karşı çıktığı siyasi dünyaya… Haziran savaşındaki Arap yenilgisinin ardından 1967’de kaleme alınan metin, FHKC’nin kuruluş belgesidir ve metnin merkezinde emperyalizm sorunu yer alır. Belgeye göre İkinci Dünya Savaşı’nın ardından sömürgeci kapitalist güçler ABD sermayesinin başını çektiği bir kampta toplanırken sosyalist ülkeler ve kurtuluş mücadeleleri karşıt bir devrimci kamp oluşturmuştur. ABD, ulusal kurtuluş mücadelelerini kontrol etmek için neo-kolonyalist teknikler kullanmış, kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bunun da ötesinde, ABD’nin Vietnam, Küba ve Dominik Cumhuriyeti işgallerinin de kanıtlamış olduğu gibi, FHKC ABD’nin silahlı güç kullanımına tamamen meyilli olduğunu gözlemledi. Arap hareketinin “dünya devrimci kampıyla” kaynaşmasını engelleyemeyen emperyalist ABD ise askeri desteğini İsrail’e sunmuştur. Bu durum FHKC’nin Filistin mücadelesinin, emperyalizmin muazzam gücü ve teknolojik avantajıyla karşı karşıya gelmekten kaçınamayacağı anlamına geliyordu. O halde Filistin’in stratejik olarak “dünya düzeyindeki tüm devrimci güçlerle tam bir ittifaka girmekten” başka seçeneği yoktu.

Söz konusu belgede şu ifadeler yer almaktadır:

Afrika, Asya ve Latin Amerika halkları her gün sömürgecilik ve emperyalizmin bir sonucu olarak sefalet, yoksulluk, cehalet ve geri kalmışlık içinde yaşamaktadır. Günümüz dünyasının yaşadığı en büyük çatışma, sömürücü dünya emperyalizmi ile bu halkların ve sosyalist kampın arasında geçen çatışmadır. Emperyalist kampla yüzleşebilmenin ve ona karşı zafer kazanabilmenin tek yolu, Filistin ve Arap ulusal kurtuluş hareketinin Vietnam’daki kurtuluş hareketiyle, Küba ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ndeki devrimci durumla ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki ulusal kurtuluş hareketleriyle ittifak kurmasıdır.

Bu nedenle Filistin sorunun siyasi çözümü, zorunlu olarak emperyalizme karşı küresel mücadele olarak karşımıza çıkar. “Hepimiz Filistinliyiz”deki ‘biz’, hepimiz adına mücadele eden tarafın adıdır. Belge’nin 2017 girişinde, İsrail tarafından 1972’de öldürülen romancı, şair ve FHKC’nin kurucu üyesi Ghassan Kanafani’nin şu sözlerine yer verilmiştir: “Filistin davası sadece Filistinlilerin değil, nerede olursa olsun her devrimcinin benimsediği, çağımızda sömürülen ve ezilen her kitlenin davasıdır.” 

Bazı üniversitelerin kampüslerinde “Nehirden denize özgür Filistin” sloganı yasaklandı, Filistin’le dayanışma duygusuna ve 7 Ekim’in kamçıladığı öznel ilerlemeyi söndürmeye yönelik savaşın bir parçası olarak bu slogana yönelik uluslararası bir tartışma bile başlatıldı. Emperyalistlere asıl rahatsızlık verecek slogan ise bellidir: “Binlercemiz, milyonlarcamız, hepimiz Filistinliyiz!”. Bu slogan, bölünmenin reddi ve Filistin davasının bir sonucu olarak anti-emperyalist öznenin kabulüdür. Neoliberal yönetimin ve insancıllığın bireyselleştirici varsayımlarının yerine, kati bir anti-emperyalist evrenselciliği koyar. 

Hamas’ı savunarak Filistin direnişinin yanında yer alıyor, devrimci -işgale ve baskıya karşı mücadele eden- bir öznenin yanıtını veriyoruz. Bu şekilde özneyi, tartışmalı ve ucu açık bir sürecin etkisi olarak kabul ediyoruz. Peki sizin savunduğunuz taraf neresi? Kurtuluş mu, Siyonizm ve emperyalizm mi? Zira aralarında müzakerenin olmadığı ezen ve ezilen olmak üzere yalnızca iki taraf var ve başka alternatifiniz mevcut değil. Baskıyı, müsaade edilen ifade biçimlerini tekrarlayarak yönetemezsiniz, onu alt etmeniz gerekir. Siyasetin asli bölünmesi tüm acımasızlığıyla ortaya çıktıkça ılımlı duruşun ve belirsizliğin yanılsaması kaybolur. 

Bu, politik olanın dost-düşman ilişkisinin yoğunlaşması bağlamında Carl Schmitt’in klasik formülasyonunu akıllara getirebilir. Ancak farklılaştığı nokta, hiyerarşiyi tanımasıdır. Emperyalist sömürü ve işgal, düşmanlık üretir. Düşmanlıksa çatışma halindeki eşitlerin duygusal ortamı değildir. Bu herkesin herkese karşı savaşı da değildir. Bu, ezilenlerin ezenlere karşı verdiği bir savaş, kaderini tayin hakkı reddedilen halkların bunu reddedene karşı çıkardığı isyandır. İki tarafın da radikal olarak farklılaşan anlam biçimleri vardır: birinin penceresinden bakıldığında diğeri çılgınca, canavarca ve tamamen saçma görünür. Hakem konumundaki bir üçüncü bakış, taraflardan birine savrulmayan yansız bir egemen otorite veya yasallık sistemi yoktur. Ölümlerin çetelesini tutmak, böylece tarafların garanti olarak ne zaman eşitleneceğini hesaplamak da mümkün değildir. Meseleyi tarih belirlemez. Olaylar dizisini anlatmaya başladığımız tarih, basit bir seçimden ibaret değildir. Asli siyasi bölünme, uzun bir geçmişe dayanır. 

Filistin’i örneğin uluslararası hukuk ve insan hakları rejimi ya da küreselleşmiş neoliberalizmin pürüzsüz dünyası gibi daha büyük bir sistemin başarısızlık semptomu olarak ele almak cazip gelebilir. Ancak bu noktada Filistin, bu sistemlerin kendi içinde çelişkiye düştüğü noktalara, kuruluşundaki istisnaların çelişkisine işaret edecektir. Bu cazibeye direnilmesi gerekir. Hukuk her zaman zor vakıalarla ve uygulama güçlükleriyle karşılaşır fakat asla yıkılmaz. Küreselleşmiş neoliberalizm ile parçalanıp ayrışma, siyasi alanda sayısız bireysel bölünme yaygınlaşmıştır. Quinn Slobodian’ın da ifade ettiği gibi âdem-i merkeziyetçilik, kapitalist sınıf çıkarlarını güvence altına almanın başlıca mekanizmalarından biri olmuştur. Filistin meselesi, böyle bir başarısızlığın semptomu değildir; emperyalizme karşı mücadelede bir tarafın ifadesidir. Filistin direnişi, işgal ve baskı ortamını dramatik bir şekilde delip geçtiğinde bu gerçek yeniden ortaya çıkmıştır. Direnen, adaletsizliği gideren, kendisinden alınanı geri alan ve bir halk olarak, ulus olarak, kendi kaderini tayin hakkına sahip çıkan bir devlet olarak tanınma iradesiyle; kendisini görmezden gelmek isteyen bu düzenin karşısına çıkar. Filistin, siyasi bir öznenin adıdır. 

Filistinli siyasi özne fikrinin içini doldurmak için zengin bir literatürden faydalanılabilir. Kilit noktalar bakımından şunlara yer verilebilir: Nakba’nın ardından ulusal bir kimlik tahayyülünde direnişin merkeziliği; Filistinlilerin dini çeşitliliğinin (Müslüman, Hristiyan, Yahudi) özgüllüğü; Filistinlilerin İsrail, işgal altındaki topraklar ve diaspora arasında dağılması… Daha zorlayıcı olan ise hepimizin Filistinli olduğuna dair tetikleyici iddiadır. Bu iddiaya her türlü acının; aynı acının varyasyonları olduğu, dolayısıyla hepimizin iyi geçinmesi gerektiğine ilişkin duygusal bir özdeşlik anlamı verilmemelidir. Aksine bu iddia, Filistin davasının bir sonucu olan öznenin yanıtı olarak radikal evrensel kurtuluşun siyasi sloganıdır. Herkes Filistin’in sesini duyurmasa da Filistin, herkesin sesi olur. 

İngilizceden çevirdiğimiz metin, 9 Nisan 2024 tarihinde “Palestine speaks for everyone” başlığıyla Verso Books’ta yayınlanmıştır


[1] Orijinal metindeki link artık mevcut olmadığı için çeviri metne ekleyemiyoruz.