Komünizm ve Haklar Üzerine (II)
Costas Douzinas
Çev.: Yusuf Enes Karataş
İnsan hakları tarihi, liberal kutsanış ile Marksizm ve komüniteryanizmin reddi arasındaki çatışma ile karakterize edilmiştir. İnsan hakları Janus gibidir, sunabileceği şeyler paradokslardan ibarettir. Özgürleştirebilir ve hükmedebilir, koruyabilir ve kontrol edebilir.[1] Bu muğlak tutum yakın zamana kadar radikal haklar teorisine nüfuz etti ve Janus’un geriye bakan yüzü zaman içerisinde belirgin hâle geldi.
Marx’ın haklar üzerine yazıları, onun genel kapitalizm eleştirisinin bir parçasıydı. Feodalizmde politik güç, ekonomik zenginlik ve toplumsal statü örtüşüyordu. Yükselen burjuvazinin politik hakimiyeti ise tam da doğrudan politik gücün görünürdeki kaybıyla sağlanabilirdi. İnsan hakları, politikayı toplumdan uzaklaştırdı ve ekonomik hakimiyetin politik liderlikle özdeşleştirilmesine son verdi. Politika, devletin alanına hapsedildi. Aynı zamanda, sınıf egemenliğinin temel koruyucuları olan mülkiyet ve din, sivil toplumda yer alan ve doğal hakların işleyişi yoluyla devlet müdahalesinden korunan özel kurumlara dönüştürüldü. Mülkiyet ve dinin bu şekilde özel alana “indirgenme”si, mülkiyeti daha efektif kıldı ve egemenliğinin devam etmesini güvence altına aldı. Bu diyalektik formülasyonda, doğal hakların temel amacı politikayı toplumdan uzaklaştırmak ve ekonomiyi politikadan arındırmaktı. Toplum ve ekonominin birbirinden ayrılmasından sonra gerçek (ekonomik) güç kapitalist toplumun elinde olmasına rağmen devlet (politik olarak) egemen olarak sunulur. Feodal beylerin ve kralların dolaysız politik gücünün burjuva tarafından terk edilmesi, burjuva toplumunun yükselişinin ve onun kapitalist ilkelerinin zaferinin ön koşuluydu.
Bu burjuva aynalı salonunda, doğal haklar bencilliği ve özel çıkarı destekler. Öte yandan politika ve devlet, dinin ve kilisenin yerini alır ve yurttaşlar formel demokrasiye katıldıkça toplumsal bölünmelerin geçici olarak unutulduğu dünyevi bir yarı cennet hâline gelir. Liberal özne çifte bir hayat yaşar: Kişisel ekonomik çıkar peşinde koşan çekişmelerle dolu bir günlük hayat ve metaforik bir Şabat gibi politik faaliyet ve “ortak iyi”ye adanmış bir hayat. Gerçekte ise açık bir hiyerarşi, ruhani yurttaşın politik haklarını, kapitalistin doğal haklar biçiminde sunulan somut çıkarlarına tabi kılar.
Marx’ın doğal haklara saldırısı, çeşitli “ideoloji eleştirisi” akımlarının yolunu açtı. Birincisi, eşitlik ile özgürlük, kaynağını devlette bulan ve eşitsizlik, baskı ve sömürü toplumunu ayakta tutan ideolojik kurgulardır. Doğal haklar (ve bugün insan hakları) her ne kadar evrensel insanlığın sembolleri olarak selamlansa da özel kesimin (burjuvazinin) elindeki güçlü silahlardı(r). İdeolojiler, sınıf çıkarları ve bencilce kaygılar, haklar sözlüğüyle cilalandığında kamu yararınadoğal ve ebedi görünür.
İkinci olarak haklar, gerçek insanları soyut monogramlara dönüştürür. Bildirilerin soyut insanının, insanları gerçek kılan unsurları, tarihi veya geleneği, cinsiyeti veya cinselliği, rengi veya etnik kökeni yoktur. Tüm içerik, soyut insanlık sunağında feda edilir. Ancak bu evrenselleştirme jesti, onların gerçek öznesini gizler: İnsanlığın haysiyetini seçkinlerin ayrıcalıklarıyla birleştiren, evrensel insanlığı temsil eden insan: zengin, beyaz, heteroseksüel, erkek bir burjuva. Evrensel insanın kurtuluşu, gerçek insanları fazlasıyla somut bir kurala tabi kılar: “Yurttaşların haklarından farklı olarak insan hakları, burjuva toplumunun üyelerinin, başka bir deyişle egoist ve öteki insanlardan kopmuş/koparılmış insanın haklarından başka bir şey değildir.”[2]
Bununla bağlantılı bir argüman da hakların devletçiliğini vurgular. Efektif haklar ulusal aidiyetin ardından gelir. Her ne kadar bu haklar yerel veya tarihsel faktörler bir kenara itilip evrensel insanlık adına ilan edilmişse de yalnızca belirli bir ulusal aidiyeti olan yurttaşlar tam koruma altına alınır. Evrensel insan ile ulusal yurttaş arasındaki uçurum; milyonlarca mülteci, göçmen, vatansız, yersiz yurtsuz, kamplarda ve gözaltı merkezlerinde yaşayanlar, “insanlığın” bir parçası olup da devlet korumasından yararlanamadığından çok az hakka sahip olan homines sacri’ler tarafından doldurulmuştur.
Üçüncü olarak, formel eşitlik (herkesin mülk sahibi olma hakkına sahip olması), eşit olmayanlara hak ve adalet açısından eşit davranır. Bu, eşitliği ideolojik bir inşaya dönüştürür; aynı zamanda maddi eşitsizliği, yoksulluğu ve yoksunluğu teşvik edip yakın insan ilişkilerini baltalar. “Doğası gereği hak, yalnızca eşit bir standardın uygulanmasından oluşabilir; ancak eşit olmayan (eşit olmadıkları için de farklı birer birey olan) bireyler yalnızca eşit bir bakış açısıyla ölçülebilirler, yalnızca belirli bir açıdan ele alınabilirler… Bir işçi evli, diğeri değil; birinin diğerinden daha fazla çocuğu var vesaire vesaire… Bütün bu sıkıntılardan kaçınmak adına hak eşit olmak yerine eşitsiz olmak zorunda olacaktır.”[3]
Son olarak, Marx’ın belirli haklara yönelik eleştirileri haşindi. Ona göre bu haklar birbirlerini tehdit olarak gören izole monadlardan oluşan bir topluma dayalı negatif bir özgürlük alanı ilan ediyorlardı. Mülkiyet hakkı, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin korunmasından başka bir şey değildir. Düşünce ve ifade özgürlüğü, özel mülkiyetin ruhani eşdeğeridir – zira bu iddia Murdoch, Turner ve Gates döneminde tamamen doğrulanmış bir iddiadır. Yakın zamandaki biyo-politik dönüşümü öngörmüş olan Marx, güvenlik hakkının tek gerçek hak olduğunu savunmuştu. (Korku dolu) bireyler ile devlet arasında yapay bağlar kurar ve nihai toplumsal değer olan yasa ve düzeni teşvik eder. “Burjuva toplumunun en üstün değeri, [burjuva] bencilliğinin sigortası”[4] olan polislik, çatışmalı bir toplumda toplumsal barışı ve kamu düzenini korumayı taahhüt eder.
Bununla birlikte Marx, hakları elinin tersiyle itmedi. 1848 Devrimi’ni incelerken farklı bir haktan söz etti: “Burjuva anlamıyla çalışma hakkı saçmalıktır, sefil, mütedeyyin bir istektir. Ancak çalışma hakkının arkasında sermaye üzerindeki güç vardır. Üretim araçlarına el konulması ve işçi sınıfına tabi kılınması. İşte bu; ücretli emeğin, sermayenin ve bunların karşılıklı ilişkisinin ortadan kaldırılmasıdır.”[5]
Komünist devrim, evrensel hak vaadini; ahlaki biçimi ve idealist içeriği olumsuzlayarak gerçekleştirecektir. Özgürlük, negatif ve savunmacı niteliğini terk edecek ve ötekiyle birlik içinde yaşayan her bir bireyin pozitif bir gücü hâline gelecektir. Eşitlik artık, eşit olmayan bireylerin soyut bir biçimde karşılaştırılması değil, güçlü bir topluluğa umumi ve tam katılım anlamına gelecektir. Mülkiyet, bir başkasının aleyhine serveti kişiler arasında pay eden bir olgu olmaktan çıkacak ve ortak bir olgu olacaktır. Gerçek özgürlük ve eşitlik topluluk içindeki somut kişiyle alakalıdır, toplumsal dağılıma ilişkin formel tanımları terk eder ve bayrağına “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesini yazar. Bunun gerçekleşmesi için, insan haklarıyla simgelenen politik devrimin yerini insanlığın kurtuluşuna yol açacak bir toplumsal devrimin alması gerekir.
Bu yazı ilk olarak 30 Kasım 2010’da Critical Legal Thinking’de İngilizce olarak yayınlanmıştır.
[1] Costas Douzinas, The End of Human Rights (Oxford, Hart, 2000).
[2] Karl Marx, On the Jewish Question’, in Early Texts (Oxford Blackwell, 1971) 102.
[3] Karl Marx, ‘Critique of the Gotha Programme’ in Selected Writings (David McLellan ed,), (Oxford: Oxford University Press, 1977) 569.
[4] Jewish Question, 104.
[5] Karl Marx , ‘The Class Struggle in France: 1848 to 1850’, 88.