Komünizm ve Haklar Üzerine (V)
Costas Douzinas
Çev.: Yusuf Enes Karataş
Komünizm fikri, adikia’nın modern hâli olan kapitalizme bir yanıttır. Normlar ve düsturlar, radikal değişimi ve onun militan öznelerini hazırlamada rol oynar mı? Bu soruyu en büyük normatif düsturlardan biriyle ele alalım: Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde bildirilen “Bütün insanlar, haklar bakımından özgür ve eşit doğar ve yaşarlar” düsturu politik ve hukuki evreni kökten dönüştürür.
Klasik dünyanın hukuki-politik düsturu herkese hakkı olanı ver, suum cuique tribuere, idi. Bu hem ahlaki hem de hukuki bir ilkeydi. Yunan dikaion’u ya da Roma’nın jus’u toplumsal bir tartışmaya verilen ahlaki açıdan doğru ve hukuki açıdan haklı bir cevaptı. Premodern hiyerarşik düzende toplumsal statü, her bir bireyin hakkını; efendilerin kölelere, kocaların karılarına, Yunanlıların barbarlara karşı ne gibi sorumlulukları olduğunu belirliyordu. Doğru ve yanlış, kişinin – doğal amaç teleolojisi ve roller sorumluluklar ve görevler tahsis eden sosyal statüsü tarafından desteklenen – verili konumuna göre her birine uygun olan suum’a bağlıydı. Klasik dike anlayışı Hristiyanlık tarafından dönüştürülmüştür. İlk meydan okuma, Aziz Pavlus’un “artık Yahudi ya da Yunan yoktur, artık köle ya da özgür yoktur, artık erkek ya da kadın yoktur” ifadesinde örneklenen ruhani eşitlik fikriydi; “çünkü bundan böyle hepiniz İsa Mesih’te birsiniz” (Galatyalılar 3:28). Fransisken nominalistleri Duns Scotus ve Ockhamlı William on dördüncü yüzyılda, Mesih’in tarihi enkarnasyonunun bireyselliği yaradılışın en üstün ifadesi haline getirdiğini iddia ettiklerinde, ikinci saldırıya giden yolları döşediler. Onun bilgisi, evrensel formların bilgisinin önüne geçer. Soyut kavramlar, varlıklarını dilbilimsel pratiklere borçludurlar ve hiçbir ontolojik ağırlığa veya ampirik değere sahip değildirler. William’a göre Tanrı, bireylere yaşamları ve bedenleri üzerinde domunium veya mülkiyete benzer bir kontrol bahşetmiştir.[1] Scotus’a göreyse Tanrı’nın iradesi, akla göre önceliğe sahiptir; iyi, başka bir bağımsız nitelik nedeniyle değil, her şeye kadir olan öyle emrettiği için iyidir.
Fransız Bildirgesi’nin getirdiği normatif yenilik, klasik hak edene hak ettiğini verme düsturuyla Hristiyanlıktaki evrensel eşitlik emrini bir araya getirmekti. Suum’u toplumsal statüden kopardı ve en azından retorik düzeyde onu “tüm insanlar”a bahşetti. Sabit bir ontolojik evrende doğal akıl tarafından belirlenen Premodern (ahlaki ve hukuki) jus/hak, tüm insanlara ilişkin bireysel haklar demetine dönüşmüştür.
Hiyerarşik teoloji ile bireyci ontoloji arasındaki çatışma, devrim yoluyla çözüldü. Devrim sadece radikal bir sosyo-politik değişimden ibaret değildi. Modern bir ilkeye, techne’nin modern ifadesine dönüştü. Fransız Bildirgesi’nin temel bir düsturu olan “direnme hakkı”, özgürlüğün en üstün formu haline geldi. İnsan hakları devrim sonucunda ortaya çıktı ve süregiden direniş de hâlâ var olmalarını sağlıyor. “Tiranlara karşı bir savaş eylemi” olan bildiri, devrimi modernitenin techne’si ve devrim hakkını özgürlüğün gereği olarak ilan etti.[2] Devrim hakkının anayasallaştırılması, evrensel eşitliğin ilanı kadar radikal bir normatif yenilikti.
Alman idealizmi, özgürlüğü tarihi olarak cisimleştirdiği için devrimi övdü ancak Bildirge’nin kabul ettiği devrim hakkını reddetti. Bir kere kurucu iktidar kurulduktan sonra ortada devrim hakkı kalmazdı. Immanuel Kant tipik olarak, devrim hakkını kavramsal bir çelişki olarak görmezlikten gelmek için büyük çaba sarf etti. Yasa, kendisini alaşağı edecek bir hakka göz yumamaz: “Halihazırda var olan bir anayasaya dayanan devrim, sivil haklar/yurttaş hakları tarafından idare edilen tüm ilişkilerin ve dolayısıyla hukukun tamamıyla ortadan kaldırılması anlamına gelir ve bu bir değişiklik değil sivil anayasanın tasfiyesi, bir palingenesis anlamına gelir zira yeni düzen, bir öncekinin (feshedilmiş olanın) üzerinde hiçbir etkide bulunamayacağı yeni bir toplum sözleşmesi gerektirecektir.”[3]
Kant’ın devrim hakkına ilişkin etik-politik hoşnutsuzluğu muzaffer devrimciler ve daha sonra filizlenen insan hakları hareketi tarafından benimsendi. 1793 Beyannamesi, devrim hakkını garanti altına alınmış hakların tamamlayıcısı haline getirerek zayıflattı. Yalnızca garanti altına alınmış hakların ihlali direnişi haklı çıkarabilirdi (direniş artık başlı başına bir hak değildi), bu da hakların, devrimci düsturunu yitirip meşrulaştırıcı mitlere dönüşmeye başladığını gösteriyordu.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin (1948) kısa ve öz ilk maddesi, Fransızların herkesin eşit ve özgür olduğunu bildiren beyanını tekrarlar. Fakat bu taklitçi nakilde direnme hakkı bulunmaz. Aksine, ön sözde bu hakların devrimi önlemek için verildiğini söyler ve 30. Madde politik ve hukuki sisteme yönelik radikal meydan okumaları yasaklar. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15, 16 ve 17. maddeleri devletlerin olağanüstü hâl ilan etmesine ve hakları askıya almasına izin vererek, yerleşik hukuki-politik düzene yönelik saldırıları ve yabancıların politik faaliyetlerini yasaklayarak bu kendi kendine hizmet eden muhafazakârlığı tekrarlar ve büyütür. İnsan hakları sözleşmelerinin ve ilgili ceza kanunlarının bu hükümlerinin korkunç sonuçları oldu. Liberal retoriklere rağmen komünist ve radikal partiler ve gruplar Almanya, Yunanistan, İngiltere Amerika’da yasaklandı; üyeleri sürgüne, hapishanelere ve kamplara gönderildi. Devrim hakkı ile müstakil haklar arasındaki öncelik ilişkisinin tersine çevrilmesi tamamlanmıştı.
Kant’a ve hukuki zihniyete göre, devrimci olay bir ulusun, topluluğun ya da sınıfın yeniden doğuşuna, bir palingenesis’e yol açar. Bu, anayasaların ve anlaşmaların ahlaki olarak reddetmesi ve formel olarak yadsıması gereken bir ihtimaldir. Sonuç olarak, devrim sonucu kurulan düzen, her seferinde kurucu ilkesinin [devrimin] reddiyle sonuçlanır. İnsan hakları, devrimci dönüşümün normatif işaretleri olarak yolculuğuna başlamıştı. Varisleri olan pozitif insan hakları ise direniş ve devrim olasılığına karşı savunma mekanizmaları haline geldi. Devrim hakkının ortadan kaldırılması, hakları kurulu düzen için bir sigorta poliçesi haline getirerek radikal değişimi engelleme girişimiydi. Bu bağlamda, dünya düzeni, eski düzenin altüst oluşu sonucunda kurulan bir düzendir. Bu bitmeyen çatışma, adikia’nın doğurduğu adaletsizlik duygusuyla direnişe ve devrime yeniden hayat verir. Techne ve dike arasındaki süregelen mücadelenin temeli ve garantörü olan kutsal devrim hakkı yok sayılamaz. Daimî devrim, bilim ve sanatta modern bir kayıt olarak yer alır. Politikada ise hayaletimsi bir normatifliğe, belki de modernitenin en önemli ahlaki emri olarak geri dönen “olay hakkı” diyebileceğimiz bir şeye dönüştü.
[1] Michel Villey, Le droit et les droits de l’homme (Paris, PUF, 1983), 118-25.
[2] Norberto Bobbio, The Age of Rights (Cambridge, Polity, 1996), 88 quoting Mirabeau.
[3] Immanuel Kant, The Metaphysics of Morals (Cambridge University Press; 2nd edition, 1996) 162. Ayrıca bkz. Stathis Kouvelakis, Philosophy and Revolution (Verso, 2008).