Nekropolitika
Antonio Pele
Çev.: Yusuf Enes Karataş
Yoksullaştırma, güvencesizleştirme ve kentin çeperlerine itilme gibi fenomenlerin adeta bir ölüm makinesiymişçesine işleyen devletlerin elindeki bir planlama aygıtı olduğu aşikâr. Ülkemizde meydana gelen bir doğa olayının bu denli bir felakete dönüşmesi de yalnızca beceriksizlik, ihmalkarlık ya da hazırlıksız yakalanma gibi analizlerle açıklanamayacak bir olgu. Günümüzde nüfus inşası yalnızca denetim, gözetim ve kapatma gibi yöntemlerle değil devletlerin bizzat ölümle, kimin öleceğini seçmesi ve bu uğurda en ince ayrıntısına dek planlanmış bir kaynak aktarımını gerçekleştirmesi yoluyla da gerçekleşiyor. Aşağıda çevirisini sunduğumuz metin de temelde bu iddia üzerinden hareket eden nekropolitika çalışmalarına ilişkin temel bir girizgâh niteliği taşıyor. Devletin ortadan kalktığını işittiğimiz bugünlerde devletin aslında tam da bu felaketin öncesinde ve sonrasında işletilen sürecin soykütüğünde saklı olduğunu anlamamız açısından önemli olduğunu düşündüğümüz bu metnin çevirisini siz takipçilerimizle paylaşıyoruz.
İnsan kitlelerinin ölüme maruz bırakılarak ekonomik ve politik açıdan yönetilmeleri küresel bir fenomen hâlini aldı. Savaşlar, soykırımlar, mülteci “krizi”, ekokırım ve yoksullaştırma ile güvencesizleştirmenin çağdaş seyri nasıl da doğrudan ve dolaylı bir biçimde ölüme maruz bırakılmaları yoluyla yönetildiklerini ortaya koyuyor. Achille Mbembe tüm bu seyri açığa vurmak ve çözümlemek için ilk önce 2003 yılında bir makale olarak yayınladığı, sonrasında ise 2016 yılında kitaplaştırdığı Politiques de l’inimitié [Düşmanlık Politikaları, çev. Ayşen Gür, İletişim Yayınları, 2020] metninde – metin 2019 yılında Necropolitics başlığıyla İngilizceye çevrilmiştir – nekropolitika kavramını ortaya attı.[1]Mbembe bu kavramla birlikte, Foucault’nun biyopolitika kavramını keşfe çıkar ve kavramı radikal bir noktaya götürür.
Foucault, “Toplumu Savunmak Gerekir”in son dersinde ve Cinselliğin Tarihi’nin birinci cildinin son bölümünde biyopolitikanın, yani yaşam üzerinde işleyen zait gücün ne denli ölümcül bir iktidar biçimine dönüşebileceğini gösterdi. Biyopolitika sadece “mutasavver bir yaşam yönetimi” değil, aynı zamanda “bütün bir nüfusu ölüme maruz bırakabilme gücü”ydü.[2] Çalışmasında Nazi rejiminin ve Stalinist rejimin sebep olduğu dramatik deneyimlerden ve küresel nükleer tehditten yararlanan Foucault; bir ulusun, bir halkın ve/veya bir sınıfın korunması ve hayatta kalması adına insan kitlelerinin nasıl yok edildiğinin altını çizdi. Ayrıca ırkçılığın, insan türünün biyolojik olarak bölünmesini sağlayan ve madun görülenlerin yok edilmesini meşrulaştıran politik bir araç hâline nasıl geldiğine dikkat çekti. Foucault, modern ırkçılığın gelişiminin “sömürgeci soykırım”ın ilerlemesi ile at başı gittiğini, böylece can alma hakkının meşrulaştırılabildiğini vurguladı.[3] Giorgio Agamben ve Roberto Esposito, bu Foucaultçu gözlemleri “homo sacer”ve “thanatopolitika [thanatopolitics]” kavramlarıyla açımlayarak, sırasıyla egemenliğin cezadan bağışık bir biçimde sahip olduğu öldürme hakkının ve insanların yok edilmesine yönelik dile getirilen biyolojik/patolojik meşrulaştırmaların vurgulanması hususunda ısrar ettiler.[4] Mbembe’nin nekropolitika kavramı ise hem Foucault’dan hem de (büyük ölçüde Frantz Fanon’dan esinlenilen) sömürgecilik karşıtı bir yaklaşımdan yararlandığı için yeni bir yaklaşım sunar ve nekropolitikayı, yaşamla ölümün arasında salınan uzamların ve öznelliklerin politik inşası olarak kavrar. Genel olarak koloni ve özel olarak da köle plantasyonları, bugün hâlâ devam eden – ve beyaz üstünlüğü tarafından teşvik edilen – bu nekropolitik uygulamaları doğurdu.
Yaşamın ölümün iktidarına tabi kılınması
Nekropolitika, “yaşamın ölümün iktidarına tabi kılınması”nı gerektirir. Mbembe’ye kulak verirsek: “Çağdaş dünyamızda” çeşitli türde “silahlar, insanların azami düzeyde yok edilmesi, ölüm tarlalarının[5] ve geniş nüfusların onlara yaşayan ölü statüsü kazandıran yaşam koşullarına tabi kılındığı yeni ve benzersiz toplumsal varoluş biçimlerinin yaratılması için kullanılır.”[6] Söz konusu “ölüm tarlaları” üretimi, bilahare tanımlayacağım üç ana faktör tarafından yürütülür. Bir yandan nekropolitika, bir nekroekonomi gerektirir. Modern kapitalizm günümüzde, artık daha fazla sömürülemeyecek, ancak ölümcül tehlikelere ve risklere maruz bırakılmaları yoluyla eksiksiz bir biçimde yönetilmesi gereken bir nüfus fazlalığı üretecektir. Sözde “iklim krizi”, kamusal/sosyal ürün ve hakların mevcut yıkımıyla birlikte söz konusu nekroekonominin belki de en açıklayıcı örneğidir. Öte yandan nekropolitika, belirli nüfus kitlelerinin belirli uzamlarda, örneğin kamplarda, hapsedilmesinden yararlanır. Agamben’in kavrayışlarına dayanan Mbembe, kamp formunun (mülteci kampları, hapishaneler, Fransız banliyöleri, varoşlar ve favelalar[7]) istenmeyen nüfusları yönetmenin yaygın bir biçimi hâline geldiğini savunur. İstenmeyen nüfuslar; kontrol edilebilmeleri, eziyet edilebilmeleri ve gerek görüldüğünde öldürülebilmeleri için gayrimuayyen ve militarize edilmiş alanlara kapatılmıştır. Söz konusu kapatılma durumu, “kalıcı bir ‘acı içinde yaşama’ durumu”dur.[8]
Nekropolitikanın üçüncü ve “temel özelliği”, “geniş ölçekte ölüm üretmek”tir. Nekropolitikanın bu veçhesi, özellikle Necropolitics’in (2019) “Exit From Democracy” başlıklı birinci bölümünün alt başlıklarından biri olan “Relation Without Desire”da geliştirilmiştir. Bu özelliği, kanımca, Mbembe’nin konuyla ilgili izahatının temelini oluşturan yedi hasleti vurgulayarak açıklamak mümkündür.
- Devlet terörü: Devlet, politik ve sosyal çekişmelerin etkisiz hâle getirilmesi için muayyen topluluklara zulmeder, onları hapseder ve ortadan kaldırır. Bu baskıcı taktikler yalnızca totaliter rejimler tarafından değil, aynı zamanda çağdaş liberal ve illeberal ülkeler tarafından da işletilmektedir.
- Şiddetin müşterek kullanımı: Çoğu durumda, Devlet şiddet tekeline sahip değildir ve şiddet kullanma yetisini, toplumda silah dolaşımını ve kullanımını arttırarak, diğer özel aktörlerle (örneğin milislerle, paramiliter gruplarla) kendi isteğiyle paylaşır. Bu nedenle toplum “korunmayanlar ve (silahla donatılmış olmaları sayesinde) silahsız madunlardan korunanlar” arasında bölünmüştür.[9]
- “Düşmanlık bağı”: Mbembe’ye göre, silaha sahip olmanın ve olmamanın kişinin sosyal değerini belirlediği bir toplumda, tüm sosyal bağlar yok edilir. Bu nedenle düşmanlık bağı, “iktidarın ancak bir başkasının hayatı pahasına elde edebileceği ve uygulanabileceği fikri”ni normalleştirir.[10]
- Savaş: “Zorun kendisi bir pazar metası hâline geldi.”[11] Günümüzde savaş ve terör kendi başlarına birer üretim biçimi hâline gelmiş ve bu nedenle yeni askeri pazarlar yaratma ihtiyacı doğmuştur.[12]
- Doğal kaynakların yok edilmesi: Değerli doğal kaynakları sömürmek için Devlet, kamu organları, uluslararası şirketler ve suç örgütlerinin aktif ve gizli işbirliği yoluyla (tıpkı Amazon ormanlarında yaşayan yerli halklar gibi) nüfusları yerinden ve yok eder.
- Farklı öldürme usulleri: İnsanlar çeşitli şekillerde ölüme maruz bırakılır: işkenceler, sakatlamalar, toplu katliamlar, “drone saldırıları” ve çeşitli yüksek teknoloji araçları vasıtasıyla. Bunların hepsi nekropolitik araçların çeşitli biçimlerini temsil eder.
- Farklı ahlâki gerekçeler: Mbembe’ye göre zulümler; yozlaşmanın ortadan kaldırılması, farklı “iyileştirici ayin” türleri, “kurban etme arzusu”, “Mesiyanik eskatolojiler” ve hatta “modern faydacılık, materyalizm ve tüketimcilik söylemleri” gibi çeşitli nedenlerle haklı gösterilir.[13]
Nekropolitika bu nedenle, insan kitlelerinin ortadan kaldırılmasına yönelik politik, ekonomik ve askeri aygıtların kendine yetecek bir şekilde sağlamlaştırılması anlamına gelir. Ancak nekropolitika bu yönüyle birlikte, bireylerin günlük yaşamını yapılandıran “küçük dozlar”da ölüm yoluyla da konuşlandırılır.[14]
İnsandan daha az insan
Tüm bunlarla birlikte Mbembe, nekropolitikanın yalnızca kitlesel katliamlar ve imhalar veya bireyler üzerinde işleyen bir disiplin aygıtı olmadığını, cinsel kölelik örneğinde olduğu gibi bireylerden maksimum fayda elde etmek için bir gözetleme aracı olarak kullanıldığını da savunur.[15] Birçok kişinin günlük yaşamına söz konusu “küçük dozlar”da ölümün aşılanması, aynı zamanda bedenlerini ve toplumsal varoluşlarının değerini yok eden “sınır tanımaz sosyal, ekonomik ve simgesel şiddet”ten kaynaklanmaktadır.[16] Kamu organları tarafından belirli topluluklara yönelik gerçekleştirilen günlük aşağılamalar, zaman zaman uygulanan “küçük katliamlar” stratejisi ve (temizlik ve barınma gibi) temel sosyal ihtiyaçlara ulaşılamazlık bir varoluşu beraberinde getirir: ederi “bir tür ölüme maruz bırakılabilecek bir canlı”dan fazlası olmayan bir varoluş.[17] Bu koşullar altında nekropolitika
özellikle hayatın çeperinde, hatta uçurumun kenarında yaşayan bir insan kalabalığını – bu kalabalık için yaşamak sürekli olarak ölüme karşı durmak anlamına gelir – üretme gücünden oluşur … Bu nedenle bu hayat gereksiz bir hayattır ve bedeli öylesine düşüktür ki ne bir piyasa değeri ne de insani bir değeri vardır … Hiç kimse bu tür bir yaşama, daha doğrusu ölüme karşı en ufak bir sorumluluk ve adalet duygusu taşımaz. Nekropolitik iktidar, sanki hayat sadece ölümün elindeki bir vasıtaymış gibi, hayat ve ölüm arasında bir tür tersine çevirmeyle ilerler.[18]
Nüfus kitleleri, gündelik nekropolitika rejimi altında, aşırı tehlikeli koşullar altında yaşıyor. Söz konusu bu rejim altında sömürülebilir ve “doğal olarak” ortadan kaldırılabilirler. Mbembe, nekropolitikanın toplum içinde performe edilmesine ve yaygınlaşmasına olanak sağlayan ana kriter olarak ırkçılığı işaret eder. Mbembe, (Devlet, hukuk, yönetim üçgenindeki) kurumsal ırkçılığı tanımlayan bir “hidrolik ırkçılık” ile birlikte, gündelik toplumsal ilişkilerde konuşlandırılan ve “bizden sayılmayanlar”ı yaftalamak, incitmek ve aşağılamak için tasarlanmış sözde “nano-ırkçılığa” dikkat çeker.[19] Dünya çapında yayılan mevcut politik, sosyal ve sembolik şiddet biçimlerini hesaba katan Mbembe’nin nekropolitika kavramı, çağdaş eleştirel düşünce için ayırıcı buluşsal bir kategoriyi temsil ediyor.
Bu yazı ilk olarak 2 Mart 2020’de Critical Legal Thinking’de İngilizce olarak yayınlanmıştır.
[1] Bkz. Achille Mbembe (2003). Necropolitics. Public Culture 15 (1): 11-40 (çev. Libby Meintjes). (2016). Politiques de l’Inimitié, Paris: La Découverte. (2019). Necropolitics. Durham/London: Duke University Press (çev. Steve Corcoran).
[2] Michel Foucault, (1978) The History of Sexuality. Volume 1: An Introduction. New-York: Pantheon Books (çev. Robert Hurley), ss. 137 & 140.
[3] Michel Foucault, (1997),“Society Must Be Defended”. Lectures at the Collège de France 1975-76. New-York: Picador (çev. David Macey), s. 257.
[4] Giorgio Agamben (1998), Homo Sacer. Sovereign Power and Bare Life, Stanford: Stanford University Press (çev. Daniel Heller-Roazen). Roberto Esposito (2008), Bíos. Biopolitics and Philosophy, Minneapolis and London: University of Minnesota Press (çev. Timothy Campbell).
[5] Ç.n. Orijinal metinde death-worlds olarak kullanılan ve ölüm tarlaları olarak çevirmeyi uygun gördüğümüz terim, yeryüzünde artık yaşamın sürdürülemeyeceği bölgeleri imleyen bir terimdir.
[6] Achille Mbembe (2003). “Necropolitics”, ss. 39 & 40.
[7] Ç.n. Özellikle Güney Amerika kıtasındaki kenar mahaleler için kullanılan bir terim.
[8] Achille Mbembe (2003). “Necropolitics”, s. 39.
[9] Achille Mbembe (2019). Necropolitics, s. 35.
[10] Ibid.
[11] (2019). Necropolitics, s. 84.
[12] s. 36.
[13] Ibid.
[14] ss. 36-38.
[15] s. 36.
[16] s. 39.
[17] s. 38.
[18] ss. 37 & 38.
[19] s. 58.