Neoliberal Yerleşimci Sömürgeciliği Çağında Filistinli İşçilerin Direnişi

Neoliberal Yerleşimci Sömürgeciliği Çağında Filistinli İşçilerin Direnişi

Haziran 13, 2024 0

Ihab Maharmeh

Çev.: Alper Çavuşoğlu

Son Okuma: Emre Şimşek

Ekim 2023’ten beri Gazze Şeridi’nde Filistinlilere karşı soykırımcı bir savaş yürüten yerleşimci İsrail hükümeti; Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden Filistinli işçilerin, İsrail ve yerleşimlerindeki işlerine ulaşmalarını engellemek üzere adımlar atarken, toplu bir cezalandırma tedbiri olarak işçilerin çalışma izinlerini aceleyle iptal etti. Bu durum, eşi benzeri görülmemiş siyasi, ekonomik ve sosyal zorlukların ortasında, özellikle Batı Şeria’daki Filistinlileri önemli ölçüde etkiledi. Alınan tedbirler Batı Şeria’daki Filistin ekonomisini daha da boğarak gelişmesini engellerken 1967’de başlayan İsrail kontrolünün artmasına neden oldu. Bu tedbirler, neoliberalizmin yerleşimci sömürgeciliğiyle nasıl iç içe geçtiğini ve sadece toprakla kaynakların değil, aynı zamanda yerli halkların emeğinin çalınmasında da bu bütünleşmenin sömürgeci şiddeti nasıl yoğunlaştırdığını hatırlattı. Bu bütünleşme, belirli bir coğrafi alandaki yerli nüfusun, failleri eylemlerinden sorumlu tutmaksızın; bastırılabilen, izole edilebilen, sürülebilen, sömürülebilen ve aynı anda tasfiye edilebilen bir grup olarak yeniden üretilmesine neden oldu.

22 Ekim 2023’te İsrail’in Ekonomi ve Endüstri Bakanı Nir Barkat, İsrail ekonomisinin çarklarının Filistinli işçilerin ellerine bırakılmaması gerektiğini ve acilen çoğu Hindistan’dan olmak üzere 160.000 yabancı işçinin Filistinli işçilerin yerini alması gerektiğini belirterek Filistin ekonomisini daha da boğma niyetini açıkladı. İsrail’in Filistinli işçileri yabancı işçilerle değiştirme planları yeni değil, zira İsrailli yerleşimci hükümet geçen yüzyılın doksanlı yıllarından bu yana çeşitli ülkelerle ikili anlaşmalar imzalıyor. En son Mayıs 2023’te Hindistan ve İsrail hükümetleri arasında 42.000 Hintli işçinin daha İsrail’e gönderilmesi konusunda yeni bir anlaşma imzalandı ve İsrail’in yerleşimci Başbakanı Benjamin Netanyahu, Aralık 2023’te siyasi müttefiki Hindistan Başbakanı Narendra Modi’den bu anlaşmanın hızlandırılmasını istedi. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) Haziran 2022 verilerine göre İsrail’de yaklaşık 105.000 yabancı işçi bulunurken Filistinli işçi sayısıysa 200.000’in üzerindeydi.

Geçtiğimiz altı ayda, İsrail ve yerleşimlerindeki Filistinli işçiler konusu bir kez daha gündeme geldi. İsrail, ihtiyaç nedeniyle yaklaşık 10.000 Filistinli işçinin Batı Şeria’daki İsrail yerleşimlerindeki işlerine geri dönmesine izin verirken, Filistin Yönetimi’nin (PA) İsrail’deki Filistinli işçilerin geri kalanının çalışma izinlerinin iptaliyle ilgilenmesi dikkat çekiciydi. 22 Aralık 2023’te Filistin eski Başbakanı (2019-2024) Mohammad Shtayyeh şu şekilde konuştu: “Elimizde mükemmel bir fırsat var. İsrail’de çalışan işçiler topraklarımızda çalışmak ve topraklarımızın işlenmesine yardımcı olmak üzere geri dönmelidir.” Ertesi gün işçiler Shtayyeh’e hiciv dolu yorumlarla ve sosyal medyada dolaşan, meyve veren ve banknot filizlendiren ağaçları ve meyve bahçelerini gösteren videolarla yanıt verdi. İşçiler, “Hangi topraktan bahsediyorsunuz?” der gibilerdi. “İsrail’in yerleşimler kurmak için çaldığı topraklardan mı?” Filistinlilerin çalışma izinlerinin iptal edilmesinin ardından; İsrail hükümetinin Filistinli işçileri başkalarıyla değiştirmeye dönük niyetiyle, Filistin yönetiminin bir direniş ekonomisi oluşturmak konusundaki çabasızlığı ve benzerleriyle ilgili bütün bu tartışmalar, bizi, yerli halkın yerleşimci sömürgeciliği koşullarında çalışmasının ve işçilerin direnişinin bu bağlamda ne anlama geldiği konusunda daha derinlemesine düşünmeye sevk ediyor.

Yerleşimci Sömürgeciliği ve Toprakların Merkezileştirilmesi

Filistin’deki yerleşimci-sömürgeci projenin temel mantığı, yerleşimcinin yerel halkı yerinden ederek yerine yerleşimcileri geçirdiği bir “tasfiye etme mantığı”na dayanır. 1. görsel, tarihsel Filistin’de 1878’den beri kurulan Siyonist ve Yahudi-İsrailli yerleşimlerini gösteriyor ve bu durum sömürgeleştirmenin devam eden, toprak merkezli bir süreç olduğunu gözler önüne seriyor. Toprak üstündeki hakimiyete paralel olarak, 2. görsel, Yahudilerin Filistin’e göçünü ve neredeyse bir asır boyunca Filistinlilerin zorla yerlerinden edilmesini ve yıllar içinde Filistinlilerin Yahudi yerleşimcilerle değiştirilmesi sürecinin genişlemesini gösteriyor. Belirtildiği üzere, bir nüfusun yerine başka bir nüfusun yerleştirilmesi de yerleşimci sömürgeciliğinin ayırt edici bir özelliğidir. Siyonist hareketin liderleri, devamlı olarak Filistin’deki projelerinin yerleşimci sömürgeciliğinin bir formu olduğunu ikrar etmişlerdir. Theodor Herzl’in de “Eğer eski bir binanın yerine yenisini inşa etmek istiyorsam, önce eskisini yıkmam gerekir.” şeklindeki sözlerinde ifade ettiği gibi yerleşimcilik, hareketin başından itibaren asli hedef olmuştur.

Bu görseller, Visualizing Palestine websitesinden alınmıştır. (1) (2)

Toprak üstünde hakimiyet kurmaya dair yerleşimci-sömürgeci projenin başarısını temin etmek için Siyonist hareket, temel amaçları Filistin’e Yahudi göçünün teşvik edilmesi ve Filistinlilerin topraklarının ve kaynaklarının kamulaştırılması olan çeşitli Yahudi örgütleri kurdu. Örneğin 1899 yılında Siyonist hareket tarafından, ilk Siyonist banka olan The Jewish Colonial Trust kuruldu. Benzer şekilde, 1901 yılında Siyonist hareket, Ulusal Yahudi Fonu’nu kurdu. Yine 1865’te Siyonist hareket tarafından Filistin Keşif Fonu kuruldu. Bu örgütler, Siyonist hareketin Filistinlileri topraklarından etmelerine ve yerlerine Yahudi yerleşimcileri yerleştirmelerine yardım ederek, Filistin ve yerli halklarının coğrafi ve demografik çehresinin değiştirilmesine katkı sundular. 

1948’deki Nakba’dan önce, Siyonist hareket yaklaşık 70 Filistin köyüne hakimdi, ki bu da Filistin Mandası’nın %7’lik bir kısmına tekabül ediyordu. Ancak Nakba, Siyonist hareketin Filistinlilerin mülklerini ellerinden alarak ve onları topraklarından sürerek yerleşimci-sömürgeci projesini tamamlamasına imkân verdi. Bu anlamda Nakba, yaklaşık 750.000 Filistinlinin Filistin’deki evlerinden sürülmesi, 531’den fazla Filistin köyünün yok edilmesi ve 70’ten fazla katliamın gerçekleştirilmesi suretiyle Siyonist hareket tarafından Filistin topraklarında planlanan ve gerçekleştirilen bir etnik temizlikti. 14 Mayıs 1948’deki kuruluşunun ardından İsrail, Filistinlileri yerlerinden ederek yerlerine yerleşimcileri yerleştirmek üzere bir dizi askeri yasa ve düzenleme ihdas etti. Bu düzenlemelere, 1948’den 1966’ya kadar İsrail içindeki Filistinlilere uygulanan ve Filistinlilerin topraklarının ellerinden alınmasını kolaylaştıran askeri yönetim de eşlik etti.

Haziran 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ardından İsrail; Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs’ü işgal ederek askeri yönetim tesis etti. Ayrıca topraklarından etmek ve yerlerine yerleşimcileri yerleştirmek amacıyla Filistinlileri sınır dışı etmeye, Filistin köy ve kasabalarını Yahudileştirmeye, daha fazla yasa çıkarmaya ve yasadışı yerleşimler inşa etmeye başladı. 1993’te Oslo Anlaşması’nın imzalanmasından sonra dahi bu durum değişmeksizin devam etti. Örneğin, Batı Şeria’da yaşayan yerleşimci sayısı 1993 yılında 110.000 iken, bu sayı 2023 yılında yaklaşık 678.000’e yükseldi. Bu artış, Filistin kasabalarını birbirinden ayıran ve hareketi kısıtlayan apartheid duvarının ve yaklaşık 700 askeri kontrol noktasının inşasıyla birlikte gerçekleşti. Bu dönemde ayrıca geniş çaplı arazi müsaderesi ve Doğu Kudüs’ün Büyük Kudüs mülki sınırlarına ilhakı gerçekleştirildi, Kudüs sakinleri sınır dışı edildi, mülklerine el konuldu ve şehir planlamasında kısıtlamalar getirildi. Buna ek olarak, İsrail El Halil’i (Hebron) böldü ve Ürdün Vadisi’nin hakimiyetini ele geçirerek Filistin Mandası topraklarının %93’ünden fazlasını doğrudan yönetmeye başladı.

Yerleşimci Sömürgeciliği ve Emek Sömürüsü

Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde yaşayan Filistinliler 1967 savaşının ardından, çalışmak için İsrail’e ve yerleşim yerlerine akın etmeye başladılar. Bu akını iki önemli etmen bir araya gelerek büyüttü, ki bunlar; İsrail rejiminin gelişmekte olan yerleşim girişimleri için işçi ihtiyacının ortaya çıkmasıyla, 1948 ve 1967 savaşlarının ardından ekonomileri yıkılan Filistinlilerin acil istihdam ihtiyacının ortaya çıkmasıdır. Filistinli işçilerin İsrail ekonomisine dahil edilmesinin temel amacı, İsrail’in Filistin ekonomisini tüketmek ve kontrol etmek amacıyla Filistin’in ana üretim unsurlarını kontrol etme ve zorla İsrail denetimi altına alma isteğiydi. Filistinli işçiler o zamandan beri İsrail ve yerleşim yerlerinde önemli bir işgücü haline geldi (1. grafik). 1970’te 20.000 olan sayıları 1992’de 116.000’e yükseldi. Oslo’nun ardından İsrail, Filistinli işçilerin hareket imkanını ve çalışma izni sayılarını kısıtladı. Buna karşın, Filistinli işçilerin İsrail’e ve yerleşim yerlerine akışı, 1995’te 95.000 Filistinli işçiden 2023’te 200.000’in üzerine çıktı.

Filistin Merkez İstatistik Bürosu’nun verilerine dayanarak yazar tarafından hazırlanmıştır.

Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilerin demografik gücü 1967-2023 döneminde dört kattan fazla artarak 1967’de yaklaşık 965.000 Filistinliden 2023’te 5,1 milyon Filistinliye ulaşırken ve bunların yarısından fazlası çalışma çağındaki (15 yaş ve üzeri) bireylerden oluşurken, Filistin ekonomisi bu demografik gücü içerecek yeni istihdam alanları yaratamadı. İsrail’in Filistin ekonomisindeki ana üretim unsurları üzerindeki kontrolü, özellikle Filistin topraklarını ve doğal kaynaklarını kontrol etmeye devam etmesiyle Filistin ekonomisinin gelişimini engelleyerek Batı Şeria nüfusunun yaklaşık dörtte birini, başta tarım sektörü olmak üzere Filistin ekonomisinin verimliliğinin sağlanmasına katkıda bulunan birçok hayati sektörde çalışmayı bırakmaya zorladı. 1993’ten bu yana yerleşimlerin genişlemesiyle Filistin topraklarının ve kaynaklarının gaspı Filistin’in ekonomisini felce uğrattı, Filistinlileri, İsrail ve yerleşimlerde iş aramak durumunda bıraktı.

2005’teki İkinci İntifada’nın sona ermesinden beri, Filistinli emeğinin üzerindeki tahakkümün mantığını güçlendiren ve Filistin Yönetimi’nin rolüyle bağlantılı olan üç etmen daha iç içe geçti. İlk etmen “Devlet İnşası” olup bu başlık altında Filistin Yönetimi stratejiler, kamu politikaları ve projeler oluşturmak için yoğun çaba sarf etti. Filistin Yönetimi’nin genel bütçesi incelendiğinde (2. grafik), devlet inşasının güvenlik sektörünün inşası anlamına geldiği görülebilir. Mavi renkle gösterilen bu sektör Filistin Yönetimi’nin toplam harcamalarının dörtte birinden fazlasını oluştururken, eğitim, sağlık, istihdam ve sosyal koruma gibi sektörler her zaman daha alt sıralarda yer alır. İkinci etmense, Batı Şeria’da İsrailli yerleşimci hükümetle koordinasyona dayalı bir idari modelle kesişen Filistin bölünmüşlüğünün, her türlü direniş eylemiyle yüzleşmek ve onları reddetmek için bir bahane olmasıdır. Son etmen ise 2015 yılında başlayan ve İsrail’in Filistin Yönetimi ile işbirliği içinde, Filistinliler için güvenlik dosyaları oluşturmaya dair politikalarını güçlendirerek karşılık verdiği üçüncü Filistin intifadasının patlak vermesiydi.

Yazar tarafından Hesap Verebilirlik ve Dürüstlük Koalisyonu’nun (AMAN) yıllık raporlarına (2011-2023) dayanarak hazırlanmıştır.

Burada ilgimi çeken husus, Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’nin uyguladığı neoliberal yaklaşımın kamu kurumlarının yönetimini güvenlik mantığıyla değerlendiren bir sistem üretmiş olmasıdır. Neoliberal dönemde yerleşimci sömürgeciliği, önceden görülmemiş yenilikçi stratejilerle evrimleşti ve Filistin yönetimi, Filistinlilerin kararlılığını ve direnişini güçlendirmek için gerekli olan istihdam, eğitim ve sağlık gibi önemli sektörleri ihmal etmekle kalmadı, direnen veya direnişi destekleyen Filistinlileri, İsrail ile koordinasyon içinde takip etti ve denetledi. Bu, basitçe, rejimin istikrarına güvenlik tehdidi oluşturduğu düşünülen insan sayısını artırmak için egemen gücün, önleyici ekonomik tedbirler alması ve bu insanları kontrol altına almak için güvenlik dosyaları oluşturması gerektiğini iddia eden neoliberal bir perspektife dayanır. Bu doğrultuda İsrail, güvenlik kaygılarıyla harmanlanmış neoliberal yerleşimci-sömürgeci mantığıyla Batı Şeria’daki Filistinlileri, her an geri çağrılıp bertaraf edilebilecekleri şekilde, sömürge ihtiyacı altında hareket eden bir insan grubu olarak yeniden üretmiştir.

Tarihsel olarak, Filistin Yönetimi’nin kurulmasından önce, neoliberalizmin Siyonist projesi yerleşimci-sömürgeci projesini güçlendirmek ve Filistinlilere hükmetme imkânı yakaladı. Bu durum, 70-80’li yıllarda Amerikan ve İsrail sermayesinin stratejik bir şekilde birleşmesiyle başladı. 1973’ün Ekim Savaşı, Mısır ile 1979’da yürütülen barış görüşmeleri, 1993’teki Oslo Anlaşması ve Ürdün ile 1994’te yapılan Wadi Araba Anlaşması neoliberalizmin gelişiminin önünü açtı. İsrailli elitler artık neoliberalizmi uluslararası yatırımları teşvik ederek, yeni pazarlar açarak ve Filistinlilere neoliberal oyun kuralları dayatarak ekonomik getiri elde etmenin bir aracı olarak görüyor. 2009’da Netanyahu iktidara geldiğinde, “ekonomik barış”a dair neoliberal fikirlerini uygulamak için sıkı bir şekilde çalıştı. İsrail’in eski Başbakanı Naftali Bennett (2022-2022) tarafından benimsenen “çatışmayı küçültme” kavramı, neoliberalizmin yerleşimci sömürgeciliğiyle temasının bir başka kanıtıydı. 1967’den bu yana geçen yıllar boyunca yerleşimci-sömürgeci projenin stratejik çerçevesinin iki temel ilkeye dayandığı ortaya çıkmıştır: Hegemonya ve Filistinlilerin ekonomik olarak evcilleştirilmesi. Filistin topraklarının çalınmasını, kaynaklarının kontrolünü, Filistinlilerin topraklarının ve emeklerinin sömürülmesini; sınırlı ve kontrollü ekonomik canlandırma yoluyla sömürgeciliğin daha kabul edilebilir hale getirilerek normalleştirilmesini içeren bu ilkeler, hem yerleşimci sömürgeciliğinin hem de neoliberalizmin mantığının merkezinde yer almaktadır. Zaman içinde potansiyel değişikliklere veya siyasi değişimlere uyum sağlamak için belirli dönemlerde bir ilke diğerinin önüne geçmesine rağmen, bu ilkeler sömürge sisteminin ayrılmaz bir parçası olmaya devam etmişlerdir.

Yavaş Ölüm ve Ona Direniş

Bu bağlamda, yerleşimci sömürgeciliğinde istihdam, yerli halkın tasfiyesi için bir mekanizma olarak işlev görebilir. Neoliberalizmin yerleşimci sömürgeciliğiyle yakınlaşmasına doğal bir tepki olarak algılanan sömürge ekonomisi lehine, Filistinli işçilerin bedenleri üzerinde güvenlik denetiminin dayatılması, yerleşimcilerin tasfiye mantığını yoğunlaştırmaları ve bunun üzerinden sermaye birikimi sağlamaları için bir fırsat olarak ortaya çıktı. İsrail ve yerleşimlerdeki Filistinli işçilerin bedenleri üzerindeki güvenlik denetiminin tasfiyenin bir aracı olduğu; çalışma izni alım süreci ve getirilen yapısal değişiklikler, İsrail güvenlik noktaları arasında gidip gelinmesi, iş ve izinler konusunda aracılar ve brokerların ortaya çıkışı, Filistinli işçilerin çalıştığı işyerlerinde güvenlik kameralarının kurulması ve Filistinli işçilerin taşıması gereken akıllı telefonlarda kullanılacak uygulamaların tanıtılması gibi uygulamalarla apaçık hale geldi. Ayrıca, ister taşere edilmek suretiyle ister Filistin Yönetimi ile ortaklaşa olsun, Batı Şeria’da İsrail ekonomisine fayda sağlayan sanayi, hizmet, tarım ve teknoloji projelerinde çalışan Filistinli işçilerin bedenleri üzerinde denetim sağlamak için güvenlik tedbirlerinin kullanılması da bir tasfiye aracına dönüştü. Bu tedbirler arasında; direniş geçmişi olan veya direnişi destekleyen Filistinlilerin istihdamının engellenmesi, bu projelerin gerçekleştirildiği yerlere ve çevresine güvenlik kameraları yerleştirilmesi, İsrail’e mal taşıyan kamyonların içine güvenlik kameraları yerleştirilmesi ve projelerde görev alan güvenlik personelinin işe alımının ve eğitiminin denetlenmesi yer alıyor.

Bu bağlamda, görüşülen kişilerce tekrarlanan ifade “Bu iş benim hayatımı bitirdi.” oluyor. Bu ifade, basitliğine rağmen, yerleşimci sömürgeciliğinin neoliberalizmle iç içe geçmesinin bir başka boyutunu yansıtıyor. Yerleşimci, bu argümanın önemine ve ciddiyetine rağmen, işi yalnızca yerli nüfusun direnişini yönetmek, denetlemek ve kontrol altında tutmak için bir araç olarak kullanmakla kalmıyor, bunun da ötesinde, işçiler de işi sistematik bir tasfiye aracı olarak görüyorlar. Bu ifadenin önemini açıklamak adına, bu güvenlik teknolojileriyle günlük hayatlarının bir parçası olarak muhatap olmak durumunda kalmanın yavaş ölümün bir aracı olduğunu belirtiyorlar. Bu bağlamda, İsrail’in kontrol noktalarında kullanılan yüz tanıma sistemleri gibi gelişmiş teknolojileri satarken Filistinli işçilerin yavaş yavaş ölümünden servet biriktirdiğini gözlemlemek tesadüf değildir. Bu teknolojiler diğer ülkelere ve uluslararası şirketlere pazarlanmadan önce İsrail kontrol noktalarında ilk olarak Filistinliler, özellikle de işçiler üzerinde denenmektedir.

Ancak, burada altını çizdiğimiz anlayış, bize Filistinli emeğinin sömürüsünün dinamiklerini anlama imkânı vermenin yanında sömürüye direniş için fırsatlar da yaratıyor. Yapılan görüşmelerde, kolektiften bireysele, kendiliğindenlikten örgütlenmeye, gizlilikten aleniyete direniş yollarının çeşitliliği ve çokluğu ortaya çıktı. Bu çeşitlilik çelişki gibi gözüken yöntemlerin ortaya çıkmasına mahal verebilir görünse de böyle olmamış, entelektüel çerçevede birleşen, net eğilimlere sahip olan uygulamaların ortaya çıkmasına olanak tanımıştır. Filistin ulusal hareketinin İsrail ve yerleşim yerlerindeki Filistinli işçileri grevlere katılmaları için bir araya getirdiği ilk Filistin intifadası (1987-1993) sırasında görülen örgütlü çabaların aksine, bu direniş biçimlerinin kurumsal destekten yoksun olduğunu söylemek doğru olacaktır. Bununla birlikte, direniş kalıpları hala kurumsal ve örgütsel mirası taşımaktadır ve direnişin mantığı hala sömürgeciliğin ve onun sembollerinin, kurumlarının, mantığının, uygulamalarının ve söylemlerinin reddine dayanmaktadır. Bu bağlamda, ortada kapsamlı bir direniş teorisi olduğunu söylemek zor olsa da yerleşimci-sömürgeci bağlamda sendikasız bir işçi direniş hareketiyle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini değiştirmez.

Verilebilecek pek çok örnekten biri olarak, Ağustos 2022’de İsrail’deki Filistinli işçilerin yaklaşık %60’ının katıldığı tarihi grevi gerçekleştirmek için işçilerin, 1948’den beri işgal altında olan Filistin topraklarıyla bağlantılı İsrail geçitlerini seçtikleri görüldü. Grev, binlerce işçinin kendiliğinden bir araya gelerek günlük işlerinde işyerlerine girmeyi reddetmesi ve Filistin ve İsrail hükümetlerinin finansal vergilerini Filistin bankaları aracılığıyla havale etme kararına karşı çıkan siyasi sloganlar atmasıyla başladı. Filistin Para Otoritesi bu kararın işçilerin haklarını korumayı amaçladığını söylerken, işçiler Filistin ve İsrail hükümetlerinin “hayatları üzerinde komisyonculuk yapmak” istediğine inanıyordu. Bu işçiler için geçitleri protesto alanı olarak kullanma kararı keyfi değildi. Her gün geçmek için saatlerce bekledikleri, kendilerini izlemek ve kontrol etmek için kullanılan araçlar olarak gördükleri güvenlik kameralarına ve yüz, göz ve parmak izi tanıma için gelişmiş biyometrik teknolojilere maruz kaldıkları bu geçitler, günlük yavaş ölümlerini üreten ana araçlardan birini temsil ediyordu.

Bu kendiliğinden ve kolektif işçi grevi, bize ilk intifadada etkin olan kurumsal direnişin formlarını hatırlatmakla kalmıyor, direnişin devamlı bir çaba olduğunu da gösteriyor. Yerleşimci sömürgeciler, günlük yavaş ölüm yaşatmayı amaçlayan karmaşık bir yapıyı dayatmayı başardıktan sonra, Filistinlilerin kendi topraklarındaki geçim kaynaklarını ve hayatta kalışlarını kontrol etmeye çalıştılar. Bu karara direnmek, yerleşimci sömürgecilerin ve onların yerel temsilcilerinin politikalarını reddetmenin yanı sıra kapitalist egemenliği sürdüren sömürgeci mantığa karşı çıkmaktır. İşçilerin bu direnişi, yerleşimci sömürgeciliğine ve neoliberalizme karşı birleşik bir muhalefet sergilemektedir. Bu serideki makalelerinde Bal Sokhi-Bulley ve Ben Rogaly bize neoliberalizm ile yerleşimci sömürgeciliği arasındaki derin bağları hatırlatmakta ve bu sistemlerin birleşiminin marjinalleştirilmiş ve savunmasız bırakılmış gruplara ve azınlıklara yönelik şiddeti yoğunlaştırdığını belirtmektedir. Bu bağlantılar bizi sömürgeciliğe, yerleşimci sömürgeciliğine, ırkçı kapitalizme ve neoliberalizme olduğu kadar popülist aşırılığa, milliyetçi ve aşırı sağa karşı direnişi yeniden düşünmeye sevk etmekte ve hepimizi tüm bunlardan kurtulmayı adalet ve insanlık mücadelemizin temel bir parçası olarak görmeye çağırmaktadır.