Uluslararası Hukukun Gazze’de İflası

Uluslararası Hukukun Gazze’de İflası

Haziran 15, 2024 0

Marina Veličković

Çev.: Kardelen Sine Görücü

Son Okuma: Dicle Demir

Birkaç gün önce Twitter’da Gazze’nin (ve özellikle devam eden soykırımın önlenememesi veya durdurulamamasının) uluslararası hukukun başarısızlığına işaret edip etmediği konusunda (her zaman olduğu gibi) bir tartışma ortaya çıktı. Yanıtların çoğu benzer bir şeyi söylüyor gibiydi, yani tanık olduğumuz şeyin hukukun değil siyasi iradenin bir başarısızlığı olduğu. Tweet kısa süreliğine ilgimi çekti: uluslararası hukukun başarısız olup olmadığı, hukukun başarısını veya başarısızlığını nasıl algıladığımıza bağlıdır – bu algı kurtuluş, adalet veya söylemsel yeniden üretim olarak şekillenebilir. Ancak bu tartışma beni Filistin bağlamında uluslararası hukukun nasıl bir başarısının olabileceğine dair daha derin düşünmeye teşvik etti. Aşağıda bir dizi olası yanıtı inceliyorum.

Ateşkes

BM Güvenlik Konseyi 25 Mart’ta Gazze’de Ramazan ayı boyunca geçici bir ateşkes talep eden 2728 (2024) sayılı Karar’ı kabul etti. Hemen bir söylem savaşı başladı ve ABD kararın sadece duygusal olduğunu ve bağlayıcı olmadığını iddia ederken birçok devlet bunun gayet de uluslararası hukuk olduğunu ve bu nedenle bağlayıcı olduğunu savundu. Bu kararın hukuki statüsü ne olursa olsun, sonraki 48 saat içinde 100’den fazla Filistinli öldürüldü. Ramazan ayı için geçici bir ateşkes ilan edilmesinde tuhaf bir şey var. Toplu katliam devam etmeden önce iki haftalık bir duraklama. İnsanların ibadet etmelerine izin vermek için bir duraklama. Ancak tabii ki camiler yıkıldı, abdest almak veya iftar açmak için temiz su ve yiyecek yok. Bombalama olmaması her zaman olmasından daha iyidir, ancak bombaların olmaması, onurlu bir Ramazan anlamına gelmez ve bu nedenle bu hüküm “performatif“ hissettiriyor.

Bir bakıma, bu tür bir belirsizlik muhtemelen herhangi bir ateşkes in ardından gelecektir: savaşın durması, hayat kurtardığı ve rehinelerin serbest bırakılmasını sağladığı için tartışmasız ki iyi bir şeydir. Ancak şu an ateşkes, beş ay gecikmiş bir ateşkestir; 30.000 ölü Filistinli kadar gecikmiş bir ateşkes. Şu an bir ateşkes, El-Ehli hastanesi bombalandıktan sonra veya tüm hastaneler bombalandıktan sonra, bebekler El-Nasr hastanesi yoğun bakım ünitesinde çürüdükten sonra veya doktorlar ağrı kesici olmadan çocukların uzuvlarının kesildiğini anlattıktan sonra gerçekleşmeyen bir ateşkestir. Bu, Hind Rajab’ın öldürülen akrabalarıyla birlikte mahsur kaldığı araçta yardım çağırırken günlerce nerede olduğu bilinmediğinde ya da İsrail’in onu kurtarmak için gelen ambulansı hedef aldığı ortaya çıktıktan sonra gerçekleşmeyen bir ateşkes. Bu, ölü çocukları için yas tutan ebeveynin yüzlerce videosuna rağmen; toz ve kanla kaplı çocuklar, şok içinde yalnız kalan ve tüm aileden hayatta kalan tek üyeleri olarak oturan çocuklar görüldüğünde bile gerçekleşmeyen bir ateşkes olacaktır. Şu an bu ateşkes, birçoğumuzun başta sorduğu soruyu yanıtlıyor: İsrail’in kendini savunma hakkının sınırsız olmaktan çıkması için kaç Filistinlinin ölmesi gerekir?

Burada söylemek istediğim şey sadece şu an bu ateşkesin hem çok yetersiz hem de çok geç olduğu değil. Gazze’de meydana gelen hasar, yaşanan travma ve bilindiği şekliyle yaşamın yıkımı o kadar derin ki, ateşkes gerekli olsa da 100.000 kurşun yarasına tek bir yara bandı yapıştırmak gibi görünüyor. Verilen zarara karşılık uygun bir giderimin ne olacağını hayal etmek güç.

Filistin’deki İnsan Hakları Özel Raportörü Francesca Albanese, 26 Mart’ta İnsan Hakları Konseyi’ne sunduğu raporunda İsrail’in ve soykırıma ortak olan devletlerin ‘yapılan muazzam zararı kabul etmelerini, tekrarlamama taahhüdünde bulunmalarını, önleyici tedbirler almalarını ve Gazze’nin yeniden inşasının tam maliyeti de dahil olmak üzere tam tazminat sağlamalarını’ tavsiye ediyor. Ayrıca, kısa vadede, ‘işgal altındaki Filistin topraklarında Filistinlilere karşı rutin olarak uygulanan şiddeti kısıtlamak için’ uluslararası koruyucu bir varlığın konuşlandırılmasını ve uzun vadede ‘son yaşanan gerilimin temel nedeni olan hukuka aykırı ve sürdürülemez statükoyu sona erdirmek için bir plan geliştirilmesini’ öneriyor. Son nokta iddialı, ancak Rapor’da Genel Kurul’un hangi statükoyu tam olarak ele alması gerektiği pek net değil: apartheid (BM Apartheid’a Karşı Özel Komite’yi yeniden oluşturma önerisi yapılmıştır); işgal veya yerleşimci-sömürgecilik (Albanese, bu durumu raporun başında soykırımın ortaya çıktığı bağlam olarak belirtmiştir). Sürdürülemez olan şey hukuka aykırı olmayabilir ve hukuka aykırı olan şey bir temel neden olmayabilir. Dolayısıyla hukuka aykırılığı ele almak, anlamlı bir adalet biçimine yol açmayabilir. Ve bu nedenle, Raporda belirtilen yasal talepler yerine getirilebilse bile bu, adalet ve kurtuluş hakkında bir başarı hikayesine dönüşmeyebilir. O halde hukukun başarısı, adaletin zaferinden oldukça ayrıdır.

Son olarak, eğer bir (kalıcı) ateşkes kararı kabul edilirse, bunu uluslararası hukukun bir başarısı olarak kutlamak, kitlesel siyasi seferberlik ve örgütlenmenin rolünün gölgelenmesi riskini taşır ve bu da mücadelenin Küresel Kuzey’deki[1] siyasi liderlerin eylemsizliklerinin risklerini önemli ölçüde artırdığı gerçeğini gölgeler. Unutmayın ki, bir insan hakları avukatı ve İşçi Partisi lideri olan Keir Starmer, Ekim ayında bir LBC yayınında, İsrail’in Gazze’ye elektrik ve su vermeme hakkına sahip olduğunu iddia etmişti. İşçi Partisi dört ay sonra nihayet ateşkes çağrısında bulunduğunda, bunun nedeni yasanın değişmesi değildi; bunun nedeni, konumlarının siyasi olarak savunulamaz hale gelmesi ve Starmer’in ön sıradakiler[2] tarafından sürekli büyüyen bir isyanla karşı karşıya kalmasıydı.

Uluslararası Adalet Divanı’nın Soykırım Bulgusu

Aralık ayında Güney Afrika, Uluslararası Adalet Divanı’nda (“UAD”) Soykırım Sözleşmesi uyarınca İsrail’e karşı dava açtı. Ocak ayında, büyük olasılıkla en çok izlenen canlı yayın oturumlarında Mahkeme, İsrail’in Gazze’de soykırım işlediğinin yeterince olası olduğunu belirterek davanın esası hakkında karar verilene kadar olası uluslararası hukuk ihlallerini durdurmayı amaçlayan bir dizi geçici tedbir kararı aldı.

O dönem (hem kendi tepkimde hem de meslektaşlarımın tepkilerinde) ilginç bulduğum şey, geçici tedbirlerin iyi bir şeyolarak algılanmasıydı. Bu tepki tuhaftı çünkü o noktada zaten İsrail’in uluslararası hukuku ihlal etme konusunda rahat olduğu açıkça belliydi (bunun on yıllardır bariz olduğu da iddia edilebilir). Heyecanım, Gazze’deki durum üzerinde somut bir etkisi olma olasılığından çok; uluslararası hukukun, üzerinde oldukça fazla zaman ve enerji harcadığım bir şeyin nihayet bir şeyler yapıyor olmasıyla ilgiliydi. Uluslararası hukukun yardımcı olmasını beklemiyordum ama denediğini görmek güzeldi. Grietje Baars, eleştirel hukukçuların liberal uluslararası hukuk düzeni ile derinlemesine ilişkilendiği bu kısa süreçte, kişinin eleştirel benliğinden uzaklaşma duygusu hakkında etkileyici bir şekilde yazmıştı.

Ve Gazze’deki durumun maddi olarak değişmemiş olması geçici tedbirlerin uluslararası hukukun bir başarısızlığı olduğu anlamına gelmez. UAD’nin sağladığı şey, İsrail’in sonraki davranışlarını değerlendirmek için bir kıstas ve çalınacak yasal bir alarm ziliydi. UNRWA’nın[3] fonları kesildiğinde BM uzmanları, devletlerin Gazze’ye insani yardım sağlamadaki başarısızlıklarının soykırıma yardım ve yataklık etme anlamına gelebileceği konusunda uyardı; Gazze’deki kıtlık hakkındaki raporunda Beslenme Hakkı Özel Raportörü Michael Fakhri de UAD davasına atıfta bulundu ve İnsan Hakları Konseyi’ne sunduğu raporunda Francesca Albanese, İsrail’in “26 Ocak 2024’te UAD tarafından emredilen bağlayıcı tedbirlere uymamış gibi göründüğünü” savundu. Tedbirler yalnızca retorik aracı olarak faydalı oldu. Daha da ötesi, maddi gerçekliği değiştirmedeki başarısızlığına rağmen uluslararası hukukun söylemsel olarak yeniden üretilmesi için kullanışlı olduklarını da iddia edebiliriz.

UAD Kararı’nın kendisi, BM kuruluşları ve gözlemcilerinin ekim ayından ocak ayına kadar olan insan hakları ihlalleri raporlarına yoğun bir şekilde atıfta bulunuyor. Karar, çeşitli BM organları tarafından belirlenen gerçeklerin çoğunu metin yoluyla yeniden üretiyor. Bu yeniden üretim eylemi, gözlemlere yeni bir anlam katar: bir eylemsizlik biçiminden (soykırımın izlenmesi) bir eylem biçimine (soykırımın belgelenmesi) dönüşürler. Benzer şekilde, Gazze’deki insani durumu iyileştirmeyen UAD Kararı, BM raporlarında ve medya haberlerinde, ‘geçici tedbirlerin ihlali, hukuka aykırıdır ve bu nedenle yanlıştır’ demek için referans olarak kullanılmıştır. Buradaki sorun elbette ki hukuka aykırı olan şeyin “yanlış olan”ın tanımı haline gelmesi ve hukuka aykırı olmayan şeyi yanlış olarak ifade etmenin giderek zorlaşmasıdır. Yasallık hem etiği hem de politikayı yerinden eder ve savaş eylemlerinin değerlendirilmesi için (oldukça muhafazakâr) bir kıstas haline gelir. Ve bu kıstasın ortaya çıkması; hukukun bir eylemi, bir şeyler yapması, olarak yorumlanır. 30.000 Filistinlinin kitlesel katliamı gibi açık bir başarısızlık olmasına rağmen bu söylemsel bağın sürdürülebilirliği, alandaki yeniden üretim için hayati öneme sahiptir ve evrensel adaletsizlik, yasal sistemlerin yeniden üretimini (ve dolayısıyla varoluşunu) herhangi bir noktada tehdit etmez. Uluslararası hukukun büyüsü, her facianın kendi başarı hikayesinin öncüsüne dönüşmesidir. Evet, bu korkunç şeyler oldu ama bakın nasıl cezalandırdık, nasıl bundan ders aldık.

Bu nedenle, beş yıl sonra UAD İsrail’in Gazze’de soykırım işlediğini tespit ederse, bunu bir başarı olarak adlandırmaktan çekinirim. Özellikle Gazze hala açık hava hapishanesi ise ve Filistin hala işgal altındaysa. Ya da bu bir başarı olarak adlandırılırken biz (uluslararası hukukçular) bunun hukuk için hukukun bir zaferi olduğunu net bir şekilde ifade etmeliyiz, adalet için değil ve kesinlikle Filistin için değil.

Özetle

Kısaca incelediğim bu iki yasal müdahaleden ortaya çıkan şey, uluslararası hukukun başarısının adalet veya kurtuluş ile karıştırılmaması gerektiğidir. Bu belirtilmesi gereken temel bir nokta gibi görünüyor (ve birçok yönden de öyle) ancak tekrar etmeye değer olduğunu düşünüyorum çünkü çalıştığımız ve uyguladığımız şeye bir disiplin olarak yatırım yapıyoruz, onun (en azından) devam eden önemine dair bir yatırım. Ancak hukukun aktif ve adalet için savaşan bir Haçlı[4] gibi görünmesini sağlama girişimimiz tarafsız değil son derece ideolojiktir; disiplinin iyi, kötü ve çirkin yanlarının, birçok adaletsizliğinin sürekli yeniden üretilmesine yol açar ve hukukun başarısızlıklarının yükünü taşıyanları hayal kırıklığı ve öfke içinde yalnız bırakır.


[1]   ç.n.: “Global North” (Küresel Kuzey), genellikle dünya ekonomisinde yüksek gelirli, sanayileşmiş ve güçlü ekonomik, politik ve askeri etkilere sahip ABD, Kanada, Batı Avrupa ülkeleri, Kuzey Avrupa ülkeleri, Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı içerir. Bu terim, coğrafi anlamdan çok ekonomik ve politik anlamda kullanılır. Global North kavramının karşıtı olan “Global South” (Küresel Güney) kavramı, genellikle ekonomik olarak daha az gelişmiş, düşük gelirli ve gelişmekte olan ülkeleri ifade eder. Küresel Kuzey ve Küresel Güney arasındaki ayrım, küresel eşitsizlikler ve kalkınma farklılıklarını vurgulamak için kullanılır.

[2]   ç.n.: Ön sıradakiler (Frontbenchers), İngiliz parlamento sisteminde kullanılan bir terimdir. Bir parlamentoda, hükümetin veya ana muhalefet partisinin ön sıralarında, bakanlar veya önemli parti sözcüleri gibi önemli pozisyonlarda bulunan milletvekillerini ifade eder. Parlamento içindeki bu konumları, hükümet veya ana muhalefet partisinin politikalarını savunmak, yasama sürecinde önemli roller üstlenmek ve genel olarak parti politikalarını temsil etmek için kullanılır.

[3]   ç.n.: UNRWA (United Nations Relief and Works Agency for Palestine Refugees in the Near East), “Yakın Doğu’daki Filistin Mültecileri İçin Birleşmiş Milletler Yardım ve İşler Ajansı” olarak çevrilebilecek Birleşmiş Milletler Filistin Mültecileri Yardım ve Çalışma Ajansı’dır. 1949’da Filistin’deki Arap-İsrail savaşından sonra, Filistinli mültecilerin yaşam standartlarını iyileştirmek ve temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kurulmuştur. Geçici bir yardım ve hizmet sağlayıcısı olarak kurulmuş olmasına rağmen 70 yılı aşkın bir süredir Filistinli mültecilere hizmet vermeye devam etmektedir. 

[4]   ç.n.: “Crusader”, İngilizce’de “Haçlı” anlamına gelir ve mücadeleci veya kararlı bir kişiyi veya grupları tanımlamak için de kullanılabilir. Haçlı, Orta Çağ’da Hristiyanlar tarafından İslam’ın kontrolündeki Kudüs ve diğer Kutsal Topraklar’ı geri almak amacıyla yapılan askeri seferlere katılan kişiyi ifade eder.