Yahudiliğin Sonu
Giorgio Agamben’in COVID-19 pandemisinin patlak vermesiyle birlikte kaleme aldığı yazıların iki karakteristiği olduğu söylenebilir: Neredeyse ömrü boyunca bağlı kaldığı anarşist düşüncenin öğretileri ve kendine has mitik bir anlatı dili. Bu iki karakteristiğin yer yer yazılarının politik niteliğini ve iletmeye çalıştığı mesajı zayıflattığı savunulabilse de Batılı bir düşünür olarak her daim Batı egemenliğinin karşısında kendisini konumlandırması ve mevzubahis yazının öznesi Üçüncü Dünya veya Küresel Güney olduğunda kendisini onların Batılı aydınlanmış abisi olarak konumlandırmaması hiç şüphesiz takdir edilmesi gereken politik bir tutumdur.
Ancak böylesi kısa bir yazıda bile “Yahudilerin devletle uzlaşan dinler ve halklar karşısındaki üstünlüğü”, Yahudilerin savaş yapmayan bir halk olması, kendilerini asla başka halkların kanıyla lekelemeyen bir halk olmaları gibi çok büyük ve insanı tarih kitaplarını karıştırma ihtiyacına iten tarihsel iddialar mevcut. Ayrıca devlet olmanın ve olma isteğinin kötü bir şey olduğunun yazıda verili olarak kabul edilmesi de tartışılarak tüketilemeyecek bir konu olmakla birlikte Filistin direnişinin bir devlet olarak uluslararası düzende tanınan ve var olan İsrail devleti karşısında yaşadığı zorluklardan tutalım Meksika’daki Zapatista deneyimi de dahil olmak üzere tüm otonomist hareketlerin kontrol ettiği alanları devlet gücü karşısında muhafaza etmekte yaşadığı zorluklar; bu tartışmanın kaçmamamız gereken, elzem bir tartışma olduğunu bizlere göstermektedir.
Peki çok da uzun ve derin olmayan bu yazı çevirmenin tüm bu itirazlarına rağmen neden çevrildi ve yayınlanıyor? Öncelikle topluluk olarak farklı tartışmalar açacak bir zemin oluşturmayı eleştirelliğin bir gereği sayıyoruz. Bu metin ise İsrail’in varlığıyla Yahudi halkını “tarihsiz halk” konumuna düşürdüğünü ve sonunu getirdiğini ortaya koyuyor. Ve İsrail’in kaşısında artık “tarihsel halk” olarak Filistinliler var.
Giorgio Agamben
Çev.: Yusuf Enes Karataş
Siyonizmin, Yahudiliğin tarihsel gerçekliğinin çifte inkârı olduğunu anlamayan biri, bugün İsrail’de yaşananların ne anlama geldiğini anlayamaz. Siyonizm sadece Hıristiyanların ulus-devletini Yahudilere devretmekle kalmıyor, aynı zamanda 18. yüzyılın sonlarından bu yana Yahudi kimliğini yavaş yavaş ortadan kaldıran asimilasyon sürecinin doruk noktasını temsil ediyor. Amnon Raz-Krakotzkin’in ibret verici çalışmasında gösterdiği gibi, Siyonist bilincin temelinde başka bir olumsuzlama, Galut’un, yani bildiğimiz Yahudiliğin tüm tarihsel biçimlerinde ortak bir ilke olan sürgünün olumsuzlanması yatmaktadır. Bu sürgün anlayışının öncülleri İkinci Tapınak’ın yıkılmasından önceye dayanır ve Kutsal Kitap literatüründe halihazırda mevcuttur. Sürgün, Yahudilerin yeryüzündeki varoluş biçiminin ta kendisidir ve Mişna’dan Talmud’a, sinagog mimarisinden İncil’deki olayların anısına kadar tüm Yahudi geleneği sürgün perspektifiyle tasarlanmış ve yaşanmıştır. Ortodoks bir Yahudi için İsrail devletinde yaşayan Yahudiler de sürgündedir. Ve Yahudilerin Mesih’in gelişiyle bekledikleri ve Tevrat’ta bahsi geçen devletin modern bir ulus-devletle hiçbir alakası yoktur, öyle ki özünde İsrail devletinin duymak bile istemediği Tapınak’ın yeniden inşası ve kurbanların telafisi yatmaktadır.
Ve unutmamalıyız ki Yahudiliğe göre sürgün sadece Yahudilerin durumu değil, bir bütün olarak dünyanın noksanlığıyla ilgilidir. Luria da dahil olmak üzere bazı Kabalistlere göre sürgün, kendini kendinden sürgün ederek dünyayı yaratan tanrısallığın durumunu tanımlar ve bu sürgün Tiqqun’un gelişine, yani orijinal düzenin restorasyonuna kadar sürecektir.
Yahudilerin devletle uzlaşan dinler ve halklar karşısındaki üstünlüğünü tesis eden şey, tam da sürgünün bu kayıtsız şartsız kabulü ve bunun beraberinde getirdiği mevcut tüm devlet biçimlerinin reddidir. Yahudiler, Çingenelerle birlikte, devlet biçimini reddeden, savaşmayan ve elini asla başka halkların kanıyla lekelemeyen tek halktır.
İngilizceden çevirdiğimiz metin, 1 Ekim 2024 tarihinde “The End of Judaism” başlığıyla Ill Will’de yayınlanmıştır.