Agon Hamza’yla Söyleşi: “Aşırı Sağ”ın Yükselişi ve Sol
Ezgi Duman
Çeviri Düzelti: Dicle Demir
Eleştirel Hukuk Çalışmaları Topluluğu: Bildiğiniz gibi, geçen sene Türkiye’de önemli bir seçim gerçekleşti ve bu ay sonunda da yerel seçimler olacak. Geçen sefer de gördüğümüz üzere sağ partiler yükselişte. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir mesele de değil elbette; dünyanın pek çok yerinde otoriteryen/sağ-popülist rejimlerin yükselişte olduğuna, bunun da etkisiyle iktidarların muhaliflere, sola karşı daha baskıcı hale geldiğine tanık oluyoruz. Bunu yakın zamanda, Türkiye’de Can Atalay davasında gördük. Bildiğim kadarıyla bu davadan da haberdarsınız ve Türkiye’de yaşanan gelişmeleri de yakından takip ediyorsunuz.
Biz de Türkiye’deki Eleştirel Hukuk Çalışmaları Topluluğu olarak eleştirel hukuk çalışmaları tartışmaları bağlamında bu süreci sizinle konuşmak istedik. Bu yüzden izninizle bazı sorular yöneltmek istiyoruz. İlk olarak davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Aslında kavramsal bir soruyla başlamak istiyoruz. “Güvenlik” politikalarının, olağanüstü hâl düzenleme ve pratiklerinin kurumsallaşması, baskıcı sistemlerin, faşist ve/veya sağ popülist partilerin desteğini ciddi şekilde arttırması derken, ne yaşadığımızı daha fazla sormaya başladık. Bugün, geçmişte kalmış gibi anlatılan faşist yönetimlerin pratik ve söylemlerinin pek çok açıdan tekerrür etmeye başladığını görüyoruz. Ama bu faşizmin geri dönüşü mü, değilse ne? O bağlamda sormak isterim, bir faşist yönetimi size göre diğerlerinden/faşist olmayanlardan ayıran şey nedir? Bu soruyla bağlantılı olarak, mevcut veya kapıda olan bu baskıcı yönetimleri siz hangi kavramla ifade etmeyi tercih edersiniz ve neden?
Agon Hamza: Kanımca bir hayli olağandışı bir tarihî momentte yaşıyoruz. Günümüz krizlerinin çokluğu ve aşırılığı, bu konuda ne kadar yaratıcı olursak olalım, mevcut durumdaki şeylerin bu şekilde devam edemeyeceğini, aynı şeyin devamının vuku bulmayacağını yeterince açık bir şekilde ortaya koymakta. Hakiki ütopyacı konum; fiilî, mevcut düzeni devirme çağrısı değil, fakat mevcut düzeni iyileştirebileceğimiz, reforme edebileceğimiz veya iyileştirebileceğimize dair inançtır.
Aşırı sağın yükselişi münhasıran solun zayıflamasının ve/veya ortadan kaybolmasının bir ürünüdür. Fakat yeni bir şeyden bahsetmiyorum. 2008’deki finansal çöküşün, Kovid’in ve onları izleyen her şeyin öncesine kadar gidip sadece kapitalist yeniden üretimin dinamiklerini analiz ettiğimizde dahi, olayların başka şekilde gelişmesinin söz konusu olmadığını görmek mümkün. Fakat şaşırtıcı olan, olayların gidişatına solun kendisinin şaşırmasıdır. Bana göre bu, solun devlet iktidarını ele geçirme veya toplumsal örgütlenmenin kapitalist biçiminin ötesinde düşünme amaç ve iddialarını açıkça terk etmiş olmasından kaynaklanıyor. Bunun yerine sol, kimlik politikalarının (ve onun diğer partneri “woke kültürü”nün), yeni-sömürgecilik çalışmalarının veya ahlaken temellendirilmiş diğer disiplinlerin ve pratiklerin sağladığı güvenliğe ve konfora müracaat etmekte. Fakat Hegel’in “güzel ruh” olarak adlandırdığı şeyin sahip olduğu konforlu konum açısından hesaba katmada başarısız olunan şudur; ahlaki içgörülerin, ruhun kendisini nasıl gerçekleştireceği ve belli bir biçimi nasıl alacağı konusunda söz hakkı yok. Bu konum, içinde olduğumuz duruma ilişkin krizi ilan etmesi açısından sola olanak sağlarken esasen ciddi bir kriz içinde olan soldur. Trump’tan Putin’e aşırı sağı (ve onlar gibileri) düşündüğünüzde, onları karakterize eden şey, soldaki pek çok kişinin haykırmayı sevdiği üzere, faşizmin yeni bir biçimi değil. Şu gerçeği vurgulamak isterim ki, yaşadığımız ne zaten faşist ne de faşizmin “yeni” bir biçiminin başlangıcı olan bir dönem. Bir terim ve kavram ve aynı zamanda siyasi ve ideolojik bir pratik olarak faşizm, mevcut tarihsel durumun ekonomik temelinde sağlanamayan belirli ekonomik ve siyasi modelleri de bünyesinde barındırır. Bu tekil isimler (ve diğerleri) yeni bir ideolojik olgunun figürleridir (ve haklarında bu röportajın formatı içinde detaylandırılamayacak kadar uzun açıklamalar yapmak mümkündür). Yeni veya farklı bir düşünme mantığı da gerektiren bu akımı adlandırmak için henüz doğru bir terime sahip değiliz. Bunu söylerken herhangi bir surette, onların dehşet verici politikalarını göreceli hâle getirmek istemiyorum. Bunlar çok uzun zamandan beri siyasetin en aşağı noktasında, özellikle de çağdaş siyasi durumumuz açısından katiyen hafife almamamız gereken şekilde yeni rekorlara imza atıyorlar.
Hatta aksine, bu yeni akımın 20. yüzyıl faşizminden bile daha yıkıcı sonuçlar ortaya çıkartabileceğini söyleyebilirim. Solun sorunlarından biri de bu: Trump’ı, Putin’i, Modi’yi, Erdoğan’ı, Milei’yi, Orban’ı ve diğerlerini faşist olarak en çok kınayanlar, Hegel’in tavsiyesine uymalı ve kavramlarla meşgul olmalı. Bazılarının halihazırda belirtmiş olduğu gibi, bu yeni gerici popülizm olgusunu faşizm olarak etiketlemek banal bir entelektüel tembellikten başka bir şey değil.
Buraya sosyal politikaların normal ve “doğal olarak” Sol’a ait olan belirli unsurlarını “kendine mal etme” anlayışını da eklemeliyiz. Marine Le Pen’in ekonomik tasarısına, hatta Steve Bannon’un zenginler için artan oranlı vergi fikrine (%40’a kadar; kendisini Leninist olarak adlandırmayı seviyor!) bakmak kafidir. Bugün sol, böyle tasarılar sunmayı ve tartışmayı hayal edemiyor.
Yapısal olarak aşırı sağa karşı mücadele, kökten dinciliğe karşı mücadeleyle aynıdır. Şayet dinî ve milli köktencilik Batı’nın liberal değerlerine karşı bir tepki ise o zaman köktencilikle mücadele etmek için kendileri de sağlam bir idealist maneviyatın taşıyıcısı olan demokratik ve liberal değerlerde bir müttefik aramamalı, bunun yerine Sol fikrinin bizzat kendisinin özgün bir yeniden keşfine odaklanmalıyız. Gerici popülizmin yükselişi sağın kudretinin değil, solun zayıflığının bir semptomu.
Tekrar edecek olursam, bugün karşı karşıya olduğumuz şey soldaki entelektüel tembelliktir. Bunun, belki de korku veren yeni akımlar kadar bizi endişelendirmesi gerekli.
EHÇT: Tam bu noktada şunu sormak istiyorum; bu tür rejimlerle hukuk arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Mesela bu soruyu sorarken aklıma hemen Fraenkel’in “İkili Devlet” tartışması geliyor. Diğer taraftan da mesela Türkiye’de tek devletin keyfî hareket ettiği gerçeğiyle yaşıyoruz. İşte Can Atalay davası, anayasasızlaştırmanın bir örneği. Belki de Agamben’in istisnanın kural olduğunu söylediği noktadayız. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
A.H. Tamamen yolumuzu kaybetmiş hâlde yaşıyoruz. Gramsci’nin eskinin ölümü ve yeni biçimlerin doğmasının imkansızlığı hakkındaki meşhur (ve hâlihazırda çok kullanılan) sözünü hatırlatmak cezbediyor. Bu diyalektik kesinlikle ilginç, zira Gramsci’nin bahsettiği fetret devri mutlaka yeni durumun yokluğunun değil, farklı bir biçimde ortaya çıkan eskinin bir ürünüdür.
Seçim biçimiyle birlikte parlamenter siyaset de iyiden iyiye tükenmiş hâlde. Demokrasi ile kapitalizm arasındaki evlilik çoktan bitti. Bunu, bilhassa hakiki etkisini, ancak şimdilerde fark etmeye başladık. Sadece kapitalizmin demokrasiye ihtiyaç duymadığını, aynı zamanda bizzat demokrasinin kendisinin kapitalist yeniden üretime bir ayak bağı ve engel olduğunu kabul etmeyi öğrenmeliyiz.
Analizin belirli bir düzeyinde, kapitalizmin yeni biçiminin, “hâlihazırda çok geç” kapitalizmin aşırılıklarını kontrol etme, en azından yönetme teşebbüsleri var. Bu teşebbüslerden biri, hukukî formülasyonlardan veya aşırılıkların sınırlandırılmasıdır. Bunlar kulağa hoş geliyor fakat buradaki sorun şu; hukuk alanı, hukukun kendisi, siyasi ve ideolojik mücadelelerden bağımsız ve pürüzsüz işleyen tarafsız bir etkileşim alanı değildir. Marx’ın Kapital’iyle paralellik kurulması mümkün. Marx analizine, ekonomiye dair bazı genel gözlemlerle değil, metanın (ve değerin; yani elimizde meta biçimi ve değer biçimi var) ayrıntılı analiziyle başlar. Saf “doğal” ekonomi, özerk bir çalışma alanı olarak ekonomi politiğin (bu sebeple ekonomik analizin) konusunu oluşturamaz. Aynı ilkenin hukukun genel teorisi için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Temel hukukî soyutlamalar, genel hukukî biçime dair en yakın fikri temsil eder ve bu, oldukça spesifik bir şekilde, hukukî (ve hâliyle bir anlamda da sosyal) ilişkilerin karmaşıklığını yansıtır.
Hukukî biçimin eleştirisi kadar kavranışı da Marx’ın ekonomi politiğe eleştirisinin yolunu ve kavramsal teçhizatını takip etmeli. Sıkça tartıştığımız politik, ekonomik, kültürel ve diğer ideolojiler söz konusu fakat, hukuk ideolojisinin de analiz ve mücadele alanımız olması konusunda ısrarcı olmalıyız. Yasa, hukuki biçim, salt belirli bir sosyal ilişkiyi kabul etmekle kalmaz; aynı zamanda tam da yasanın varlığı belirli bir ideolojik biçimin dayatılmasıdır.
Meseledeki düğüm noktası bu. İdari faaliyetler de dahil olmak üzere hukuki biçime daha geniş bir perspektiften bakılmalıdır. Aşırı sağcı liderlerin (misal birçokları arasından Putin veya Erdoğan) ve siyasetçilerin, muhalefeti veya farklı herhangi bir siyasi görüşü ezmek için hukukiliğe müracaat etmeleri de bunun bir başka unsurudur. Hukuk düzeneğinin kullanılması normalde hukukun üstünlüğünün “yabancı unsurlara” veya “toplumsal düzeni bozanlara” karşı müdahalesi olarak tasvir edilir. Hukukun üstünlüğü [the rule of law] hiçbir zaman hukukla alakalı değildir, her zaman belirli (hâkim) bir ideolojik ilişkinin ifadesi olan hukukun egemenliğiyle [the ruling of the law] alakalıdır. Hukukun kurallarının yürürlüğüne, hukukun üstünlüğünün gerçekleştirilmesine veya genel olarak hukuka dair düşünürken, konuşurken veya tartışırken daima bunu aklımızda tutmalıyız. Hukukun toplumsal, ekonomik, kültürel veya başka herhangi sosyal etkileşim alanı olarak tarafsız algılanmaması gerektiğinde ısrar ediyorum. Her nevî düşüncenin temeli bu olmalı.
EHÇT: Sizi bulmuşken bir de Kosova’da ve tüm Balkanlarda neler olup bittiğini soralım. Bu söyleşinin ana teması bağlamında ülkenizde neler oluyor? Gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?
A.H. Ağırlıkla parlamenter mücadeleye dayanan parti siyaseti, Kosova’daki toplamın özgüllüğüne ilişkin yeterli bir perspektif sunmuyor. Parti siyaseti, bir ulus devleti varsayar, ki Kosova böyle bir devlet değildir. Yani arka planda belli istikrarlı kurallar zaten varmışçasına oynanan bir oyun söz konusu burada ve biz tekrar tekrar başlangıç noktasına geri itilmekteyiz. Daha sonra kurallar bocalar ve yeni seçim takvimi belirlenir. Şu ana kadar vaziyet böyleydi. Temel sorunlardan biri şu ki, tam da seçim oyununda belli bir tutarsızlık olduğu için, ulus devlet de olmayan istikrarsız bir devlette parti siyaseti yapmanın gerçekten ne anlama geldiğini bildiğimizi düşünmüyorum. Dolayısıyla durum güvenilmez bir hâl alıyor. Belki de istikrarlı bir iktidarda temsiliyet söz konusu olmadığı zaman, halkın desteği bile aynı anlamı taşımayı bırakıyor. Bunun çok ciddi şekilde ele almamız gereken bir konu olduğunu düşünüyorum.
Bir hususu daha eklemek istiyorum. Bunu siyasi realizm bayrağı altında söylemiyorum. Ne münasebet. Ben de diğerleri gibi siyasi değişime gerçekten inanıyorum ve açıkçası hepimizin buna çok ihtiyacı var. Fakat solun kendi başarısızlıklarının hesabını verecek veya bunları analiz edecek iyi bir teorisi veya söylemi yok. Biz başkalarını yermek konusunda çok iyiyiz. Bunun sonucunda ya bunalım ya da bizzat solun kendi kırgınlığı açığa çıkıyor. Belki buna cevap şu olabilir: en kötüsü çoktan yaşandı ve bundan sonra olacaklar yalnızca bunun normal bir sonucu.
EHÇT: Türkiye’de olduğu gibi yükselişte olan veya yükselişini sürdüren hükümetlerin baskılarının da etkisiyle siyaset yapma alanlarımız daralıyor. Neoliberal politikaların bir parçası olarak bu “depolitizasyon” süreci zaten (ve yeniden) başlamıştı. Ancak Türkiye gibi ülkeleri düşündüğümüzde siyasi çalışmalar yapmak neredeyse imkânsız hâle geldi. Bunu nasıl değerlendirirsiniz? Sizce burada hukukun rolü nedir? Biraz klasik bir soru ama sizce bu süreci kırmak için ne yapabiliriz?
A.H. Siyaset derin bir kriz içinde. Bugün sol; bir derdin, tarihî bir anakronizmin adı. Geçmişi diriltmek, Marx’ın deyimiyle, ancak komedi biçimini alabilir. Sloganların, modası geçmiş kavramları yeniden canlandırmanın bir aracı olmaktan daha fazla şimdiki anı duyurma veya yakalama açısından faydalı olabileceği yer de burasıdır. Günümüz solu esasen muhafazakâr: Sadece geçmişi (yani sosyalizmi) diriltmeye gayret etmiyor, aynı zamanda (kendi içinde çetrefilli bir kavram olan) “derin devlete” karşı refah devletini korumak ve demokrasi için “sahte haberlere” ve benzerlerine karşı da mücadele ediyor. Anti-kapitalizm artık radikal bir konum değil. Hatta dört yıldızlı emekli NATO generallerinin (özel ortamlarında) insanlığa yönelik ana tehdit olarak (otoriterlik, mülteci krizi vb. olağan şüphelilerin aksine) kapitalizmden söz ettiğini bile duyabilirsiniz. Bir zamanlar solun anahtar kelimesi olan eşitlik düşüncesinin mâl edildiği ve böylece egemen ideolojinin söylem ve programının parçası haline getirildiği yozlaşmış bir ideolojik-politik bataklığın içinde değil miyiz?
Peki kapitalizmin, kapitalizmin tek alternatifi olarak ortaya çıktığı bir durumda ne yapacağız? Kapitalizm diğer tüm olası alternatiflerden çok daha devrimci görünüyor. Geleneksel olsun veya olmasın solun aksine, kapitalizm yalnızca son on yılda bile hızla ve köklü bir şekilde değişti. Solun büyük bir kısmı hâlâ neoliberalizmi eleştirmekte takılıp kalmış fakat kapitalizmin kendi içindeki dönüşümlerini unutma eğilimindeler. Zaman zaman kapitalizm için yeni bir isimlendirmeyle ortaya çıkan solcular da aynı madalyonun öbür yüzü.
Kapitalizm çerçevesindeki yeni gelişmeleri tanımlama teşebbüsü olan yeni ön-ekler bulma dürtüsünü nasıl anlamalıyız? Kapitalizmi biricik kılan şey, nesnesini kendi yapısı içinde yeniden kurma konusunda ayırt edici bir yeteneğe sahip olmasıdır.
Belki de bu formülasyonun fiilî çekirdeği daha ziyade, belirli bir sisteme dışardan gelen bir engelin aşılmasının, bu sistemin bu nesneyi kendi içinde yeniden inşa etme kapasitesine bağlı olmasıdır. Neticede, bugüne kadar hiç kimse kapitalizmin sorunlarını kapitalizmin bizzat kendisinden daha iyi “çözmedi” ve bunun nedeni sadece kendi tarihi sınırlarının hakkından gelebilecek kadar plastik olması değildir. Bunun nedeni daha çok, kapitalizmin ortaya çıkardığı sorunlara dair en ilerici çözümlerin dahi, temelde onunla uyum içinde olmasıdır. Belki de bu, Marx’ın şu sözünden çıkarabileceğimiz bir nevi politik epistemolojik derstir: Kapitalizm, kapitalist sorunları çözer. Bu nedenle solcu bir alternatif, çözmek için uğraştığı sorunları kendi alanı içinde formüle etmelidir. Solun kendi sorunsalını dile getirmesi gerekiyor.
Başka bir ifadeyle; sol hareketlerin, partilerin, örgütlerin, derneklerin çoğunluğunun yanı sıra bireyler, hatta radikal olarak değerlendirilenler bile, kapitalist üretim düzeninin dışında bir dünya hayal etmiyor veya edemiyor. Kapitalizmin nispeten dengeli hâline, belki de devletin daha güçlü bir role sahip olduğu bir toplum olan Keynesçi hâle dönmeyi arzuluyorlar. Kısacası kapitalizmin daha önceki bir aşamasına dönmek istiyorlar. Tam da bu anlamda, bugün sol bir hayli muhafazakâr.
EHÇT: Son olarak, bize, Türkiye’li eleştirel hukukçulara, muhaliflere bir şey söylemek ister misiniz?
A.H. Bu imkansız bir soru, zira ne söylersem söyleyeyim ne yeterli ne de doğru olur. Patronluk taslayan tarafı şöyle dursun, bu “ötekine öğretmek” niteliğindedir. Gerçi sadece belirli bir ülkenin halkının o ülke hakkında konuşma hakkına sahip olduğuna ilişkin yakın zamandaki (aslında öyle değil) trendi ne takip ediyorum ne de buna inanıyorum. Dünyamızda başkalarının işlerine “karışmaya” her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Burada çok katıyım: Dayanışma mefhumu ancak kişinin konumu ile o “yabancı” unsur arasında kurulacak maddî bir illiyet bağı varsa anlamlı ve düşünmeye değerdir. Siyasi görüşler seviyesinde dayanışmaya kesinlikle karşıyım.
Giorgio Agamben bir keresinde şöyle demişti: “Düşünce, umutsuz olma cesaretidir” ve bu, içinde olduğumuz tarihi moment açısından çok önemli bir tez olmaya devam ediyor. Bu şekliyle düşünmek; sloganların, repliklerin, tanımların vb. olumsuzlanması, hatta zıddıdır. Bugün hakiki cesaret aynı zamanda yapılması en zor şey: kendimizi düşünmeye yönlendirmek. Eleştirel kavramlar gibi görünmeye çalışan gazetecilik repliklerinin yayılması aslında solun kavramsal, teorik ve örgütsel sefaletini en iyi şekilde resmetmekte. Bunlar, tarihi açıdan durumumuzu gerçekten anlamak için lazım olan kavramsal teçhizat eksikliğini örten bir fetiş işlevi görüyorlar.
Bu sadece Türkiye ve Erdoğan’ın aşırı sağ politikaları ve ülkedeki berbat siyasi ve ekonomik koşullar için geçerli değil. Bu evrensel bir sorun: Düşünmek ve kendimizi düşünmeye yönlendirmek.
EHÇT: Çok teşekkür ederiz.