Manda ve Vesayet Sistemlerinin Kolonyal Kökenleri
Erhan Kızıl
Milletler Cemiyeti (MC) döneminde manda (mandate) ve Birleşmiş Milletler (BM) döneminde vesayet (trusteeship) sistemleri, “kendini yönetme becerisi ya da kapasitesi olmayan halkların kendi ayakları üzerinde durma yetisini kazanması için kutsal bir medeniyet vazifesi olarak üstlenilen bir sorumluluk”[1] olarak kabul edilir ve “sıfırdan devlet inşa etme” projesidir. Bu projenin amacı sömürgeciliğin hukuki yollarla sürdürülmesidir ya da yeni büyük güçlerin “kendilerine alan açma” çabasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden manda ve vesayet sistemi yeni bir tür sömürgeciliktir. Çünkü sergilediği pratik, dönemin hukuksal koşullarınca uygun olsa da epistemolojisini sömürgeciliğin tarihsel pratiğinden almaktadır. Vesayet altına alınan toprakların “uluslararası barışı ve güvenliği korumak” için vesayetin gerekli olduğunun, bu bölgelerde yaşayan insanların “kendi kendilerini yönetecek kabiliyete sahip olmadığı”nın ve bu sistemin (manda/vesayet) bölgede yaşayan halkların yararına olduğunun deklare edilmesi, aşağıda daha detaylı göreceğimiz gibi, geleneksel sömürgeciliğin mantığından hiç de uzak bir anlayış değildir. Bu anlayış, sömürgecinin sömürülenle karşılaştığı andan itibaren dönüşmüş ve kurumsallaşmıştır.
Manda/Vesayet Sistemlerinin İlk Modern Örneği: Encomienda
1492’de başlayan coğrafi yayılma süreciyle beraber İspanya, yeni kıtaya gönderdiği grupları denetim altında tutmak, yeni bölgelerdeki düzeni/asayişi sağlamak ve buradaki varlığını meşrulaştırmak için belli düzenlemeler kurgulamıştır. Pratikte gerçekleşen bu eylemler düşünsel gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. İspanya’nın Amerika kıtasında uyguladığı encomienda (trust, vekâlet) sistemi, manda/vesayet anlayışının ilk modern örneğini oluştururken[2] Vitoria’nın encomienda sistemine getirdiği eleştiri ve Sepúlveda ve Las Casas arasında gerçekleşen tartışmalar hem uluslararası hukukun hem de insan haklarının gelişimi için büyük bir dönüşümü tetiklemiştir. Nitekim Vitoria’nın düşüncesi, uluslararası hukukun kurumsal başlangıcını sağlayan en önemli çıkış olacaktır.[3]
Kristof Kolomb 1492’de Kastilya Krallığı adına Bahamalar’ı “keşif” ettikten sonra, 15. yüzyıldan 1878’e kadar geçen sürede, dünyada yaşanılabilir toprakların yüzde 67’si sömürgeleştirildi.[4] Sömürgeciliğin dehşet düzeyindeki bu hızlı gelişiminin altyapısal koşullarını hazırlayan etken kuşkusuz encomienda sistemidir. Sömürgecilik faaliyetine başlayan ilk devlet olan İspanya, Amerika kıtasında yaşayan yerlilerin konumunu düzenlemek amacıyla ve buraya gönderdiği grupların merkezin denetiminden çıkmasıyla yaşanan siyasi ve ekonomik sorunları çözmek için 1503’te encomiendasistemini kurdu. Bu sistemle İspanya’nın bölgeye gönderdiği sömürgecilere repartimiento ya da arazi desteği verdi. Böylelikle hem sömürgecilerini ödüllendirdi hem de bu coğrafyalarda İspanya’nın denetiminde olan bir yönetişim sistemi kurdu. Encomienda sisteminin resmî gerekçesi ise, kavramın etimolojisinden de anlaşılacağı gibi (topluluğa sahip çıkma noktasında sorumluluk alan kişi, “yani yerlilerin bir İspanyol’a emanet bırakılması”[5]) sömürgecinin işgal ettiği yeni topraklardaki sorumluluğu, “medeni hayat koşullarından ve kendi kaynaklarını kullanmaktan henüz yoksun olan halkların gelişimine katkıda bulunmak”tır. Böylece resmî söylemin yarattığı meşrulukla kölelik, encomienda sistemiyle Amerika’da kurumsallaştı.[6] Hegel’in köle-efendi diyalektiğinde değindiği gibi, “biri üzerinde hakimiyet kurma veya karşı tarafa gücümüzü kabul ettirmek”[7] için olmazsa olmaz şey arzudur. Hegel, arzunun insanı insan yapan şey olduğunu vurgulayarak efendinin köle ile olan çatışmasında efendi, kendi “isteğini gerçekleştirmek için diğer insanlarla girdiği istek çatışmasında kendi bilincini tanıtma ve kabul ettirme çabasına” girer. Böylelikle istek kişiyi eyleme sürükler. “İstekten doğmuş olan eylem, isteği gidermeye yönelir ve bunu ancak istenen nesnenin olumsuzlanmasıyla tahrip edilmesiyle ya da en azından dönüşüme uğratılmasıyla gerçekleştirebilir.”[8] Sömürgeciliğin kısa sürede yayılmasında yatan temel motivasyon bu istek olmuştur. Bu arzu encomienda aracılığıyla köleliğin daha ilk yıllarda hızla derinleşmesi ve birçok Avrupalının köle sahibi olabilmek için Amerika’ya göç etmesini sağlamıştır. Geriye kalan şey ise Avrupalının kendi bilincini tanıtma ve kabul ettirme çabası olmuştur. Bu yüzden Vitoria ve Las Casas’ın geliştirdiği düşünceler her ne kadar “insancıl” olsa da nihayetinde Avrupalının “efendi”liğinin düşünsel altyapısını da hazırlamışlardır.
Encomienda sisteminin yarattığı kölelik, zorbaca ve insanlık dışı davranışların tesis edildiği bir kurum yaratmıştır. Batı’nın sahip olduğu asimetrik şiddet tekeli, sömürülen insana zorbaca ve insanlık dışı her türlü işlemin uygulanmasına imkân sağladı. Bunlar köleleştirme, katliamlar, kültürlerinin paramparça edilmesi, bilimsel ve psikiyatrik deneyler dâhil teknolojinin sömürülen insan üzerinde kullanılması gibi pek çok şeydir.[9] Oysa Avrupalılar, hem kendi topraklarında hem de sömürgelerde uyguladıkları vahşete bakmaksızın, yerlilerin “insan kurban etme ve yamyamlık ritüelleri”ni gerekçe göstererek onların aklî yetersizlik sergiledikleri düşüncesini işleyerek ve kendilerini kurtarıcı olarak kodlayarak egemenliklerine meşruluk kazandırmaya başladılar.[10] Kısacası, Avrupalı dünyanın bilinmeyen bir yerinde bilinmeyen insanlar “keşfetmeye” başladığında sahip olduğu asimetrik güç ilişkisiyle bu kişileri çıkar ve amaçları doğrultusunda tanımladı. Bilinen en temel haliyle Avrupalı, yerlileri “küffar” olarak tanımlayarak yerlilerin haklarını ve ödevlerini de bu doğrultuda tanımladı. İlahi hukukun egemen olduğu ve kapitalist hegemonyanın temellerinin atıldığı bu başlangıç döneminde, yerliler insani özelliklere sahip olmayan, akılsızlar, kuş beyinliler, rüştünü ispat edememişler, köleler vebarbarlar olarak karakterize edilmişlerdir. Vitoria bu iddiayı reddeder. Ona göre, “onlar akılsız değildir, fakat türlerine uygun biçimde akla sahiptirler”[11]. Böylelikle akla sahip olan yerlilerin de hukuksal sistemin bir parçası olduğu anlayışı doğar. Kısaca Vitoria, Hristiyanlık öğretisinin getirdiği yerlilerin imansız statülerinden dolayı haklara sahip olamayacağı anlayışını benimsemeyecektir. Ona göre, “imansızlık, doğal hukuk ya da insani hukuku ortadan kaldıramaz.”[12]
İspanyol Vesayetinden Uluslararası Vesayete Geçişin Simge İsmi: Vitoria
1492’de yeni bir dünya keşfetmesiyle Avrupa hem kendisini hem dünyayı hızla dönüştürüp yeni fikirsel düşünceler geliştirmeye başlar. “Altın Çağın” başlangıcının sembolik isimlerinin başında ise İspanyol Francisco de Vitoria gelmektedir. Bu dönemde modern düşünce, modern devlet, insan hakları ve uluslararası hukuk kavramları batı düşünce sistemine dahil olmaya başlamış ve bu kavramların temelleri atılmıştır. Saydığımız tüm bu kavramlar, modern anlamıyla İspanyol-yerli ilişkisinin/etkileşiminin başlaması ve bu ilişkiyle ortaya çıkan sorunların çözülmesi için kavramsallaşacaktır. Nihayetinde bu kavramlar İspanya’nın sömürge pratiği/egemenliği ve yerlilerin statüsü, hakları ve ödevleri döngüsü arasında tartışılıp günümüze ulaşacaktır.
Bu dönemde İspanya’nın yerlilerin topraklarında bulunmasının meşruluğunu açıklayan iki görüş vardı. Birinci görüşe göre yerliler doğal kölelerdi ve bunların İspanya tarafından sömürülmesi meşruydu. İkinci görüş ise Vitoria tarafından geliştirilmiştir. Vitoria, İspanyolların yerli topraklarda bulunmasının meşruluğunun doğal köle olmalarına dayandırılmasına karşı çıkıyordu. Bu noktada İspanyolların hangi hakla Amerika’da bulunduğu sorusuna vesayet/manda sisteminin de temelini atacak bir argüman sundu. Vitoria’nın düşünce mantığında yerliler doğal köle değillerdi ve dolayısıyla rasyonel akla sahiptiler. Ancak yerliler “potansiyeli henüz kavramış, dolayısıyla tam yetkinleşmemiştir”[13]. Yerliler “çocuk gibi” (childish) olduklarından insanlara ihtiyaçları vardır.[14] Bu doğrultuda Amerika’daki İspanyolların “çocuk gibi” olan yerlileri eğiterek onları yetişkinliğe doğru büyütmek maksadıyla bölgede bulunması gerekmektedir. Nitekim bu nosyon, Avrupa sömürgeciliğinin uzun tarihinin gerekçesini de sunacaktır. Manda ve vesayet sistemi de dahil. Avrupa, giriştiği sömürgecilik macerasında bu eylemin sadece kendileri için değil, tüm insanlık için fayda (uluslarüstü ortak yarar) sağlayacağını söyleyerek meşrulaştırmıştır. Burada eylemin meşruluğunun anahtar kavramları yüzyıllar boyunca farklı biçimlerde ama aynı içerikte olmuştur: uygarlık, ekonomik kalkınma, ilerleme ve hukuksal zeminde ise “doğa yasası/tabi hukuk” olmuştur.
Papa’nın hükümdarlığını ciddi bir biçimde zayıflattığı ve sömürgeciliğe hukuksal bir zemin hazırladığı için hukuksal ve siyasal disiplinler, Vitoria’yı kutsallaştırmaktadır. Nitekim o, yerlileri hayvan statüsünden insan statüsüne çıkarmış ve bu kişilerin insan haklarını haiz olduğunu da tespit etmiştir. Ancak madalyonun öteki yüzünde, Vitoria’nın yerlilere öznellik tanıyarak ve doğal hukuk yoluyla derin bir ilişki kurarak İspanyol yayılmacılığına kuvvetli bir meşruluk kazandırdığı vardır.
Vitoria sergilediği pratikle yerlinin doğal köle olma durumunu reddetse de vardığı sonuç son kertede yerliler üzerindeki İspanyol hükümranlığına meşru zemin kazandırmaktadır. Nitekim Vitoria, iktidar aygıtı için temsil ettiği görüşe inkâr edilmeyecek iki güç bağışlıyordu. Birincisi, o dönemde egemen olan ilahi hukuk anlayışına dayanan Papa’nın hükümranlığını önemli derecede zayıflatmıştır. İkincisi, zayıflayan ilahi hukuk anlayışına karşı tabi hukuku yerleştirerek otorite boşluğunu kendi modern görüşlerine uygun olarak doldurmuştur. Bundan sonra Vitoria asıl hedefine de ulaşıyordu. Ona göre yerliler yetki sahibiydiler ve bundan dolayı doğal hukukun getirdiği sorumluluklara da sahiptiler. Böylelikle Vitoria, yayılmacılığı doğal hukuk aracılığıyla meşrulaştırma yoluna gitti. Çünkü herhangi bir kimse seyahat etme ve istediği yere yolculuk etme hakkına sahiptir. Nitekim açıkça der ki “…dünyanın başlangıcından beri herhangi bir kimse yollara koyulma ve istediği her yere yolculuk etme iznine sahipti.”[15] Böylelikle İspanyol sömürgeciliği hiç olmadığı kadar meşru bir zemine oturmaktaydı. Yerlilerin doğal hukuk çerçevesinde sistemin “eşit” akılları olarak sisteme dahil edilmeleri beklenmedik bir yükümlülük de doğurdu. Yabancıların serbest seyahat etme ve ticarette bulunma hakları vardı ve yerliler de yetki sahibi insan olduklarından bu doğal hakka karşı gelemezlerdi. Vitoria’ya göre, Avrupalı ile yerli arasındaki mübadele doğal hukukun bir zorunluluğuydu. Doğal hukuktan gelen bu ticari zorunluluğa göre, eğer yerliler akıllı insanlar ise bu gerçekliğe karşı gelmezlerdi. Böylelikle yerliler artık “ürkek ve cahil çocuksu yetisi”nin de üstünde “eşit”lerin arasında yer alabileceklerdir. “Yerli halkların İspanyollarla ticarete girmekten, Hristiyanların diğer Hristiyanlardan uzak durabildiklerinden daha fazla kaçınamayacakları kesindir.”[16] Böylelikle eşitlik gibi görünen ancak asimetrik güç ilişkilerinden kaynaklı tamamıyla eşitsizlik olan sömürgeci nosyonu yani İspanyolların yerli bölgelerine yayılması, meşru bir zemin kazanmaktaydı. Neticede seyahat ve yerleşme hakkı olarak adlandırılan bu “masumane” ilişki sömürgecilik nosyonunun yayılmasına meşruluk kazandırmıştır. Vitoria buradan da bir sonraki aşamaya geçerek yerlilerin bu doğal hukuki duruma (İspanyolların genişlemesine) karşı gelmesi haklı savaş sebebine neden olacaktır diyerek İspanyolların kuvvet kullanmasını da meşru bir zemine taşıyacaktır.
Dahası manda/vesayet sistemindeki “uluslararası barış ve güvenlik” söylemleri bu dönemde kurgulanmaya başlanan doğa yasasından köklü izleri taşır. Vitoria’ya göre, doğa yasası gereği insanın temel amacı barışçıl bir düzendir. Bunun da sonucu olarak yerliler doğa yasasının yükümlülüğü sonucunda herhangi bir direnç göstermeden aklın yolu olan düzene dahil olmalıdırlar. Peki yerliler kendi düzenlerini bırakıp bu yeni düzene ne için dahil olmalıdır. Açıktır ki Vitoria’ya göre bu topraklarda doğa yasasının hükümleri geçerli değildir. Yani yerliler doğa yasaya uygun hareket etmeyip, doğa yasasını çiğnemektedirler.[17] Dolayısıyla Vitoria bu bölgelerde barbarlığın hüküm sürdüğü sonucuna varmıştır. Vitoria’ya göre yerliler, sergiledikleri bu eylemleri bilinçli olarak yapmamaktadırlar. Bu eylemleri kendi inanç sistemlerine göre yapmaktadırlar ve doğa yasasını çiğneme gibi bir amaçları yoktur. Dolayısıyla sergiledikleri eylemin cezalandırılması gerekmemektedir. Ancak burada can alıcı nokta bu eylemlerin tabii hukuku bozduğudur. Kısacası, Vitoria için bilinçsiz insanların sergiledikleri bu eylemler tabii hukuku bozduğundan bilinçlenmeleri için desteğe ihtiyaçları vardır. Bu noktada Vitoria yerlilere kesin aklı verir. Onlara yardıma gelen İspanyolları geri çevirmemelerini salık verir. Peki yerliler İspanyolların bu iyi niyetine kulak asmayıp iş birliği yapmazlarsa ne olacaktır? Vitoria bu konuyla haklı savaşın/işgalin meşruluğunu sağlayan gerekçeyi açıklar:
“Yerli halklar düşmanlıklarında ve İspanyolları yok etmek için ellerinden geleni yapmakta inat ediyorlarsa İspanyollar, artık masum olmayan bu haksız düşmanlarla savaşabilir ve savaş hukukunun tüm haklarını icra edebilirler: koşulların doğası ve kendilerine yapılan haksızlıklara göre orantılı olarak mallarını yağmalamak, tutsaklaştırmak, önceki efendilerini yerlerinden edip yerine yenilerini getirmek.” [18]
Köleliğe karşı olan Vitoria, savaş hukuku çerçevesinde yerli nüfusun köleleştirilmesine de onay çıkarır. Yaşanan tüm bu vahşetlere rağmen Avrupalıyı medeni olarak tanımlayan Vitoria, tabii hukukla uygun olmayan yerlilerin eylemlerinin durdurulmasının yerlilerin faydasına olduğunu söyler. Çünkü bu cahil ve ürkek çocukları kendilerine zarar verecek eylemlerden korumak gerekmektedir. Böylelikle Vitoria yerlilerin elindeki egemenlik hakkını da onlardan alır. Çünkü yerliler egemenliği kendilerine karşı kötüye kullanmışlardır. Sonuç olarak yönetme kabiliyetinden yoksun olan yerlilerin egemenlik hakları, onlardan alınıp Beyaz Avrupalıya verilir.
Sepúlveda’ya Karşı Las Casas
Juan Ginés de Sepúlveda, Bartolomé de Las Casas’la birlikte dönemin diğer kanonik figürlerinin başında gelmektedir. Bir hümanist hukukçu olan Sepúlveda, Vitoria’nın yerli kategorisini yadsır ve yerlilerin doğal köle olduğu tezini savunur. Sepulveda, Amerikalı yerlilerin işçilik gibi eylemleri gerçekleştirebildiğini ancak bu eylemlerin hayvansal içgüdülerle taklit edilemeyecek işler olduğunu ve bunun yerlilerin rasyonel akla sahip olduğu anlamına gelmediğini söylemektedir. Bu yüzden Sepúlveda, sürekli olarak yerlilerin “barbar” ve “köle ruhlu” olduklarının altını çizerek, “mekanik becerileri dışında hiçbir şey öğrenme kapasitesine sahip olmayan bu hayvani canlılar”ın medeni Avrupalılar tarafından “ıslah” edilmesi gerektiği önermesinde bulunur.[19] Kısaca Sepúlveda’ya göre, “uygar toplumlar”, “uygar olmayan” bu barbarlara karşı evrensel değerleri korumalı ve bu bölgelere evrensel değerleri yaymalıdır. Böylelikle Amerika’ya gelen yabancılar için çalışan yerliler kendilerine de hizmet edeceklerdir. Çünkü uygarlık herkes için en iyi olanı sağlayacaktır düşüncesindedir.
Sepúlveda’nın yerlilerin doğal köle/doğal barbarlar olduğu argümanına kafa tutan ve onu çürüten kişi Las Casas’dır. Las Casas, bu insanların hayvani yetilere sahip barbarlar olduğu savına karşı çıkarak barbarlık edinimlerinin her toplumda görülebileceğini söylemiştir. Sepúlveda, barbarlığın en büyük göstergesini zalimane edinimler olarak aktarırken Las Casas bu tür edinimlerin dünyanın her yerinde görülebileceğini göstermiştir. Dahası Sepúlveda’nın sözünü ettiği barbarlık durumları tüm yerlilerin sergilediği davranışlar değildir. Çok az sayıda azınlık tarafından sergileniyordu. Bu noktada Las Casas, azınlığın sergilediği bir eylemin tüm topluma genellenemeyeceğini belirtmiştir. Las Casas, yaşadığı zamana ve mekânsal koşullara karşı önemli bir çıkış yapmış olsa da sömürgeciliğe karşıt bir duruş sergilemekten uzaktır. Temel argümanı “asgari zarar ilkesi” gereğince müdahalenin, yayılmanın ve sömürgeciliğin olması gerektiğidir. Yani sömürgeciliğin ve yayılmacılığın özüne ilişkin bir eleştiri getirmemiştir. Yayılmanın meşruluğunu ve devamlılığını sağlayacak bir çözüm sunmuştur. Ona göre yerliler mızraklarla değil, Tanrının sözü, Hristiyanca bir yaşam ve aklın hareketiyle gelişimlerini tamamlayabilirlerdi. “Dinimiz şiddetle değil”, “uysallıkla, merhametle, evliyaca bir yaşam tarzıyla ve tanrının sözüyle”[20] yerlileri iman etmeye teşvik etmelidir der.
Bitirirken
Birinci Dünya Savaşı sonrası sömürge bölgelerinin yönetim sorunu “manda rejimi”yle çözüldü. İkinci Dünya Savaşı sonrası ise manda sistemi yerini Vesayet Konseyine bıraktı. Her iki sistemin temel karakteristik özelliği “bağımsız olmaya hazır olmayan” yerlerin sevk ve idaresinin sömürgecisine verilmesidir. MC Misakının 22. maddesi ve BM Antlaşmasının 76. maddesi, sömürülenin kendini yönetememesinden dolayı sömürgecinin bu bölgelerdeki varlığını meşrulaştırıp sürdürmüştür. Sömürge pratiğinin kökeniyle benzer olan ve benzer amaca hizmet eden bu mesele sömürgeciliği “hukuksallaştırma” meselesidir. Batı dünyası yabancılarla tanıştığından beri kendinin onlardan daha üstün konumda olduğunu kabul etmiş/ettirmiş ve tüm eylemselliğini bu noktada geliştirmiştir. Yukarıda da gördüğümüz gibi bu eylemsellik benimsenirken insan hakları, uluslararası hukuk ve uluslarüstü ortak yarar ilkeleri bir araç olarak benimsenmiştir. Hem sömürgeciliğin başlangıcında hem vesayet sistemine uzanan tarihsellik boyunca, yerlilerin kendilerini yönetmekten aciz oldukları ve bu toprakların insanlık yararına (uluslarüstü ortak yarar) işi bilenlerce yürütülmesi salık verilmiştir. Her iki antlaşmada da bu toprakların uluslararası sistemi istikrarsızlaştıracak unsurlar olarak kodlanması, uluslarüstü ortak yarar çerçevesinde sömürgeciliği haklı gösterme çabası olarak tanımlanabilir. Sömürgecinin bu topraktaki varlığının olumsuzlanmayıp bu topraklarda yaşayanların istikrar bozucu unsurlar olarak kodlanması beyazın varlığını bu topraklarda meşrulaştırmakla kalmaz eylemselliğinin nedenini de kendine ve dünyaya açıklamaktadır. Hem bu yayılmayı gerçekleştirip hem de yayılmadan nemalanan Beyaz Avrupalıların en büyük argümanı, bu eylemselliğin insanlık için daha fazla fayda sağlamak olduğudur. Bunu yaparken sadece insanlık adına faydacı bir eylem olduğu düşüncesi ile yetinmeyen Avrupalılar bunu, doğa yasası içinde tanımlayarak sömürgeciliğin kaçınılmaz olarak yaşanacağını iddia etmişlerdir.
Sömürgeciliğin kolonyal kökenlerine bakıldığında manda ve vesayet sisteminin fikirsel altyapısının tarihsel kökenleri açıkça ortaya çıkmaktadır. Ortadaki benzerlik tesadüf olmayıp sömürgeci mantığın devamlılığının esasıdır. Bugün geriye dönüp bakıldığında yaşanan gelişmelerin fikirsel altyapısının tarihsel kökenleri açıkça ortaya çıkmaktadır. Kapitalist hegemonyanın temellerinin atılması, asimetrik güç ilişkisiyle kurulmuştur. Ancak varlığını sürdürmesi ve kendini yeniden üretmesi düşünsel dünyasını kurmasıyla gerçekleşmiştir. Bu noktada düşüncenin eylemden sonra geldiği, eylemi doğrulamaya/haklılaştırmaya/meşrulaştırmaya çalıştığı bir hakikattir. Dönemin kanonik figürlerinin sergiledikleri pratik de budur. Avrupalının beyaz düşünürleri kapitalist hegemonyanın, ister farkında olsun ya da olmasın, karşı karşıya kaldığı sorunları ince ayrımlarla çözmeye çalışmıştır. Dönemin İspanyol bilginlerinin çözmeye çalıştığı bu sorun İspanya’nın hangi hakla Amerika’da bulunduğudur. Sorunu ele alan her iki farklı görüşte, İspanyolların bu topraklardaki varlığını meşrulaştırmaya çalışmışlardır. İlk grup, yerlilerin doğal köle olduğu düşüncesiyle meşruluk sağlarken İspanyol entellektüellerinin “en iyileri olup”, uluslararası hukukun ve insan haklarının koruyucuları olarak kabul edilen Francisco de Vittoria ve Las Casas “insancıl bir çözüm” sunmuşlardır. Bu çözüm ise beş yüz yıl sonra kurulacak olan manda/vesayet sisteminin modern kökenleri olacaktır.
Kaynakça
- AKAL, Cemal Bali, Modern Düşüncenin Doğuşu İspanyol Altın Çağı, Dost Yayınları, Ankara, 2013.
- ANGHIE, Antony, “Francisco de Vitoria and the Colonial Origins of International Law”, Social & Legal Studies, Vol.5, No.3 (September 1996), s.321-336.
- BAKEWELL, Peter, “A History of Latin America, Blackwell Publishers Inc.”, Malden, 1998.
- DENK, Erdem, Birleşmiş Miletler Sistemi, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2015.
- DE VİTORİA, Francisco, Dersler, Dost Yayınları, Ankara, 2017.
- FERO, Marc Fero, Sömürgecilik Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011.
- KOJEVE, Alexandre Kojeve, Hegel Felsefesine Giriş, Çev. Selahattin Hilav, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2020.
- SAİT, Edward, “Culture and Imperialism”, First Vintage Book Edition, New York, June 1994.
- WALLERSTAİN, Immanuel, Avrupa Evrenselciliği, Çev. Sinan Önal, Aram Yayıncılık, 2007.
[1] MC’de tanımı, MC Misakı madde 22.
[2] Erdem Denk, Birleşmiş Miletler Sistemi, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2015, s. 114.
[3] Cemal Bali Akal, Modern Düşüncenin Doğuşu İspanyol Altın Çağı, Dost Yayınları, Ankara, 2013, s. 42.
[4] Edward Sait, Culture and Imperialism, First Vintage Book Edition, New York, June 1994, s. 8.
[5] Akal, 2013, s. 152.
[6] Peter Bakewell, A History of Latin America, Blackwell Publishers Inc., Malden, 1998, s.79.
[7] Alexandre Kojeve, Hegel Felsefesine Giriş, Çev. Selahattin Hilav, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2020, s. 75.
[8] Kojeve, 2020, s. 75.
[9] Marc Fero, Sömürgecilik Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 11-19.
[10] Bakewll, 1998, s. 142.
[11] Francisco De Vitoria, Dersler, Dost Yayınları, Ankara, 2017, s. 57.
[12] Vitoria, 2017, s. 45.
[13] Bakewell, 1998, s. 143.
[14] Denk, 2015, s.112.
[15] Vitoria, 2017, s. 117-120.
[16] Antony Anghie, “Francisco de Vitoria and the Colonial Origins of International Law”, Social & Legal Studies, Vol.5, No.3 (September 1996), s.328-329.
[17] Akal, 2013, s.60
[18] Vitoria, 2017, s. 120-121.
[19] Immanuel Wallerstain, Avrupa Evrenselciliği, Çev. Sinan Önal, Aram Yayıncılık, 2007, s. 15-17.
[20] Wallaerstain, 2007, s. 18.