Yapay Zekâ ve Yargılamaya Dair Eleştirel Bir Deneme
Alper Çavuşoğlu
Hukukla ilgili yapılan tartışmalarda genelde bir fikir (ide) olarak hukuk, tartışılmaz bir yere konur; hukukun düzgün işlemediğinden dem vurularak, hata ya yürürlükte olan hukuka ya da onu düzgün uygulayamayan yargılama mensuplarına ve diğer kamu görevlilerine yüklenir. Bu durumda, hukuk fikrinin gerçek dünyadaki izdüşümü olan “bozuk” imgenin düzeltilebilmesi için, hukuk düzeninin kusurlarının ortadan kaldırılmasıyla bu imgenin tamir edilebileceğine dair bir inanış ortaya çıkabilmektedir. Bu inanışa göre yapılması gereken, insan hatasına (human error) yer vermeyen (ve aslında insanın iradesinin karar mekanizmalarındaki rolünü mümkün oldukça kısıtlamaya dönük) bir hukuk düzeninin kurulmasıdır. Böylece adil bir düzen kurulabilecektir. Yargılamanın hem savunma hem de itham ve karar makamlarının görevlerinin yapay zekâ tarafından yürütülüp yürütülemeyeceğine dair günümüzde süregiden tartışma, işte bu inanışla birlikte ortaya çıkan arayışın bir sonucudur. Yapay zekâ alanında çalışmasam da hukukun mutlaklaştırılmasına ilişkin bu çaba hakkında birkaç cümle edebileceğimi düşünüyorum.
Öncelikle hukukun uygulanmasının kusursuzlaştırılmasının, toplum için daha iyi bir hukuk düzeni ortaya çıkarıp çıkarmayacağını inceleyelim. Hukuk, devletin simgesel şiddet tekelini meşrulaştırdığı oranda araçsal bir anlama sahipken, bunun yanında, Bourdieucü bir perspektifle farklı siyasetlerin karşı karşıya geldiği bir mücadele alanıdır. Hukuk alanının içindeki tartışmaları besleyen; toplumsal alanda görünür olan sosyolojik, ekonomik ve siyasal tartışmaların haricinde, hukuk alanının kendi içerisindeki doktrin tartışmaları, hakimlerin hayat görüşünün de etkilediği tutumları ve bunların hepsinin birleşmesiyle ortaya çıkan mahkeme kararları hukukun oluşumunda kanun koyucunun çizdiği sınırların kapsamını değiştirir. Bu, bir keyfiyet anlamına geldiği zaman hukuk bütünlüğünü ve güvenliğini riske atarak hukuk düzenini bütünüyle tehdit edebilir ve siyasi iktidar sahibi bir zümrenin, hukuk düzeninin bu belirsiz yapısına karşı kliyentalist ilişki ağları örgütleyerek kendilerine dokunulmazlık zırhı örmelerine neden olabilir. Ancak, bunun karşısında, pozitif hukuk ile çizilen sınırların hiç tartışılmaz hale gelerek kusursuzlaştırılması ve nihayetinde mutlaklaştırılması, hukuk düzeninin en azından teoride yöneldiği adalet fikrinin geri dönüşü olmayan bir şekilde ortadan kalkmasına neden olur. Çünkü hukuk normu ve yargı kararları her ne kadar teoride adaleti sağlamaya yönelmişse de adaleti asıl sağlayan şey buna dair toplumsal mücadelenin kazanılması olgusudur. Hukuk bu kazanımın bir gösterenidir, kendisi değil. Dolayısıyla halihazırdaki kazanımı sadece ilan eder ve hukuk düzeninin içine katar. Elbette hukukun kazanımın kendisi olmaması, hukuki kazanımların önemsiz olarak görülmesi gerektiğini göstermez. Aksine hukuki kazanımın sonucunda ortaya çıkan hukuksal statü, siyasi kazanımın korunması için yardımcı bir işlev görecektir.
Hukukun siyasal tarihle kesiştiği noktaları incelediğimizde gerek kodlaştırma hareketleriyle gerek mahkeme içtihatlarıyla yazılı hale getirilen kazanımların, mücadele ile kazanıldıkları dönemin öncesinde kanunlara ve dahi hukuka aykırı bulundukları görülür. Oysa bunlar, bir kere kodlaştırıldıktan ve siyasi iktidarca kabul edilmek durumunda bırakıldıktan sonra doğrudan toplumsal paradigmayı ve hukukun topluma ve insana bakışını değiştiren bir konuma sahip olurlar. Bu konudaki somut örnekleri antik çağlara kadar götürebilmek mümkünse de modern anlamda hak meselesine dönük büyük mücadelelerin yürütüldüğü 18-19.yy’daki genel oy mücadelesini, günlük azami on saatlik çalışma süresinin belirlenmesini, çocuk işçi çalıştırılmasının yasaklanmasını, sendikal örgütlenme hakkının kazanılmasını örnek verebiliriz. Daha yakın tarihte ise 20-21.yy’da kadın hakları hareketinin ve çevrecilerin (özellikle Batı’da) elde ettikleri kazanımları hatırlayabiliriz. Elde edilen bu kazanımlar elbette her şeyden önce siyasi kazanımlardır, ancak bunların hukuki kazanımlara dönüşmesi, bu doğrultuda hukuk doktrinine ve ardından mahkeme kararlarına ve pozitif hukuka yansıması, hukuk alanının içinde bulunduğu paradigmanın güçlü darbelerle esnetilebilmesinden kaynaklanmıştır. Bu siyasi kazanımların hukuki kazanımlarla perçinlenmesinin, halihazırda dönüşmekte olan toplumsal paradigmanın dönüşüm hızını artırdığı muhakkaktır.
Oysa mükemmel bir şekilde kanuna ve hatta hukuka uygun mahkeme kararlarının alınması, hukuk siyasetinin ve toplumsal mücadelenin güçlendirilmesine kıyasla adaletin tesis edilmesi anlamına hiçbir şekilde gelemez, hatta bir mücadele alanı olarak hukukun önemini ciddi derecede ortadan kaldırır. Hukukun mutlaklaştırılması, insan hatası kavramı altında hukuki ideolojinin, egemen ideolojinin meşrulaştırılması misyonunun görünmez hale getirilmesi sorununu çözemez. Tam aksine kusursuz bir şekilde pozitif hukuku uygulayan “robotik” bir mahkeme teşkilatı, siyasi iktidarın da gücünü mutlaklaştırmasına neden olabilir. Çünkü artık, modern devletin en önemli meşruiyet dayanağı olan hukukun sorgulanabilmesi, standardize edilerek kusursuz bir görüntü verilmiş olan hukukun uygulaması göz önünde bulundurulursa neredeyse imkânsız hale gelecektir.
“Peki, eğer ki adil bir kanun düzeni kurulursa, bu kuralların yapay zekâ tarafından uygulanması adaleti sağlar mı?” sorusu akıllara gelebilir. Bu sorunun cevabının da olumsuz olduğu kanaatindeyim. Zira en temelde, pozitif hukuk düzenine kaynaklık eden hukuk normlarının üretim süreci, siyasal iktidarın üzerine düşünmeyi gerektirir. Siyasal iktidarın üstünde yükseldiği iktisadi ilişkilerin yapısı, bu iktidarın ve hukukunun esaslarını belirleyecektir. Doğru, belirttiğimiz gibi bu yapıya ve hukuka karşı olan itirazlar farklı siyasetlerin karşı karşıya geldiği alanlardan neşet eder. Bu sokak hareketleri ve protestolar vasıtasıyla halkın kendiliğinden örgütlenmesinin etkisiyle olabileceği gibi, siyasal temsil hakkının sonucunda mecliste bulunan farklı siyaset odaklarını oluşturan vekillerin bir araya gelmesiyle de olabilir ve gerçekten de bu yollarla toplumun faydasına bazı kazanımlar elde edilebilir. Ancak hukuk düzenine kaynaklık eden iktisadi ve siyasal yapı devam ettiği müddetçe tamamen adil olduğu varsayılabilecek bir hukuk düzeni, bizzat o hukuk düzeninin oluşma sebebi olan çatışmanın varlığının devam etmesi halinde mümkün olmayacaktır. Sınıflı toplum, bizatihi olarak bu çatışmaları sürdürme amacıyla devlet eliyle kurumsallaştırılan bir toplumsal yapı olduğu için hukukun adaleti sağlamasına engel olur. Dolayısıyla esas mesele, kanun düzeninin adaletini değil onun üzerinde yükseldiği yapının adaletini sağlayabilmektedir.
Bazıları daha ileri giderek kanun yapma sürecini de yapay zekaların eline teslim etmeyi, böylece en adil olan kanunların yapay zekanın hesaplamaları sonucunda bulunabileceğini ve bunun da toplumsal adaleti sağlayabileceğini düşünmektedir. Az önceki itiraz baki kalmak üzere bu, Aristoteles’in sözleriyle hatırlanan, insanın “toplumsal bir hayvan” olduğu düşüncesinin anlamını kaybetmesine neden olur. Toplumsallığın en önemli belirleyenlerinden bir tanesi toplumun geneli için uyulacak norm üretilebilmesidir. Bu hem kurumsallaşmış siyasi iktidar mekanizmalarına sahip toplumlarda (örneğin devlet), hem de bunlara sahip olmayan toplumlarda (örneğin ilkel kabile) ortaktır. Toplumdan bunu almak, insanın insan olmasının bir anlamı kalmamasına yol açar. Her şey, normların düzgün uygulanması ve düzenin kendisini devam ettirmesi için araçsallaşır.
Bu saptamalar sonucunda, hukuk düzeninin kendiliğinden meşru, işler ve faydalı olduğu; yapay zekanın ise bunu bozacağı sonucuna ulaşılmamalıdır. Hatta, tam aksine bir durum olduğu da iddia edilebilir. Ancak hukuk düzeni halihazırda, oluşumundaki mücadeleye dayanan temeli nedeniyle değişimin anahtarını da kendi içerisinde saklamaktadır. Dolayısıyla, daha iyi bir düzen için yapay zekanın eline hukuku kusursuz bir şekilde uygulama imkânı vermektense, daha iyi bir düzenin inşası için mücadele yollarının ve bir araya gelme imkanlarının tekrar tekrar aranması, bu doğrultuda izlenecek hukuk siyasetinin tartışılması gerekmektedir. Bu noktada hukuk fikrinin kendisinin sorgulanamaz imgesini tartışmaya açmaktan ve onu değiştirebilme imkanlarını aramaktan çekinmemek gerekir.
Yazının genelinde hukuk düzeni ile ilgili düşüncelere yer verdim, sonunda ise avukatlara özel bir saptamada bulunmak istiyorum. Pek çok avukat, “Robotlar yerimizi alır mı?” sorusuna çok kolaycı bir şekilde hayır cevabını verebilmektedir. Bu kolaycı cevabın sebebi, avukatlık mesleğine içkin olan bir ahlakiliğin varlığına ve bunun, insan unsurunu zorunlu kıldığına inanılmasıdır. Oysa böyle bir durum tarihsel olarak var olmamıştır, günümüzde de bu ahlakilik halesi giderek anlamını yitirmektedir. Piyasalaşan hukuk “sektörü”, robotların da yapabileceği “parça işlerini” yapan pek çok avukatı istihdam etmektedir. Maktu metinler üzerinde isim ve kimlik numarası bilgilerini değiştirerek yapılan bir avukatlığı elbette yapay zekâ da yapabilir. İnsanın bir üretim bandının üstünde makineleştirildiği üretim tarzı olan kapitalizmin mantığı bütün alanlara işlediği gibi, kendisini daha önce burjuva mesleği olarak niteleyen hukuk alanına da işlemiştir, avukatlar bu dönüşümden bağımsız kalamazlar. Bu dönüşüme karşı ne yapılabileceği ise avukatların üstünde tartışması gereken bir husus olarak güncelliğini korumaktadır.