Gazze Katliamı Demokrasi Kültürünü Baltalıyor (II)

Gazze Katliamı Demokrasi Kültürünü Baltalıyor (II)

Nisan 17, 2024 0

Enzo Traverso

Çev.: Kardelen Sine Görücü

Son Okuma: Dicle Demir

ÇARESİZLİĞİN GÜCÜ

7 Ekim’deki Hamas saldırısı dehşet verici ve travmatikti. Böyle olması amaçlandı ve hiçbir şey bunu haklı çıkarmaz. Ancak sadece kınanmamalı, aynı zamanda yorumlanmalıdır; hatta ne efsanevi hale getirilmeli ne de şeytanî dehşetle çevrelenmelidir.

Amaç ve araç arasındaki diyalektik üzerine eskiden beri tartışılır. Eğer amaç mazlum bir halkın kurtuluşuysa, böyle bir hedefle bağdaşmayan araçlar da olabilir: Özgürlük, sivilleri öldürmekle bağdaşmaz. Ancak hukuka aykırı, insanlık dışı ve kabul edilemez bir işgale karşı meşru mücadele sırasında bu amaçla bağdaşmayan uygunsuz ve aşağılık yöntemlere başvurulmuştur.

7 Ekim, onlarca yıldır süren işgalin, sömürgeleştirmenin, baskının, aşağılamanın ve günlük saldırıların dramatik bir sonucuydu. Yapılan barışçıl protestoların tümü kanla bastırıldı, Oslo Anlaşmaları[1] İsrail tarafından sürekli ihlal edildi ve son derece güçsüz olan Filistin yönetimi, Batı Şeria’da İsrail ile iş birliğine girerek Tzahal’ın bir parçası haline geldi. İsrail, Filistinlilerin sırtından barış müzakeresi adı altında Arap devletleriyle anlaşmayı planlıyordu ve liderleri Batı Şeria’daki kolonileri daha da genişletmeyi amaçladıklarını kabul etmişti.

Aniden Hamas harekete geçti. Hamas’ın saldırısıyla İsrail’in kendi sınırları içinden gelecek olası saldırılara karşı ne kadar savunmasız olduğu ortaya çıktı. Hamas aracılığıyla Filistinliler acı çekmekle kalmayıp saldırabileceklerini de göstermiş oldu. Filistin’in şiddetinde çaresizliğin gücü görülür. Burada asıl konu bu çaresizliği paylaşmak değildir, gerekli olan şey bu çaresizliğin kökenlerini anlamaktır. 

Bugüne kadar bunu anlamaya yönelik her türlü çaba, mutlak ve sarsılmaz bir kınamayla karşılaştı ve Hamas’ın saldırısından çok daha ölümcül bir savaşı meşrulaştırmak için bir bahane haline getirildi. Bu Hamas’ın, özellikle Batı Şeria’daki genç Filistinliler arasındaki baskıcı otoritesine indirgenemeyecek popülerliğini ve desteği anlamamızı sağlıyor.

Sivil halkı öldürmek ve yaralamak, Filistin davasına zarar veriyordu. Ancak bu eylem araçlarının kaçınılmaz olarak kınanması, İsrail işgaline karşı Filistin direnişinin, silahlara başvurmayı ima eden bir direnişin meşruluğunu sorgulatamaz. Terörizm, asimetrik savaşlarda sıklıkla yoksulların silahı olmuştur. Hamas, klasik “partizan” tanımına iyi uyar: güçlü bir ideolojik motivasyona sahip, kökleri bir toprağa ve kendisini koruyan bir nüfusa dayanan düzensiz bir savaşçı.

Hamas güç dengesini sağlamak için rehin alırken İsrail ordusu tarafından aralarında gençlerin ve çocukların da bulunduğu savaşçıların aile üyeleri dahil olmak üzere esir alınanlar herhangi bir yargı faaliyeti olmaksızın aylarca hatta yıllarca tutuklu kalıyor. Hamas roket atarken İsrail’in askeri operasyonları sırasında “ikincil hasar”[2] oluşuyor. Hamas’ın terörü İsrail’in devlet terörüne yönelik bir karşı duruştur. Eğer terörizm asla kabul edilemez bir şeyse ezilenlerin terörü genellikle zulmedenin terörü tarafından tetiklenir ki bu da daha da kötüdür.

Jean Améry, Naziler tarafından Breendonck kalesinde bir Direniş savaşçısı olarak işkence gördüğünde, “bir insanın, kendisine zulmedenin, yüzüne yumruk atarak insan onuruna toplumsal bir şekil vermek” istediğini yazmıştı. 1969’da belirttiği üzere, en zorlu görevlerden biri; kısır, intikam dolu şiddeti özgürleştirici devrimci şiddete dönüştürmekti. Frantz Fanon’un çalışmaları üzerinden geliştirdiği argümanları uzun bir alıntıyı hak ediyor:

“Özgürlük ve haysiyetin kendileri olabilmeleri için şiddet yoluyla elde edilmeleri gerekir. Tekrar: neden? Fanon’un kaçındığı, dokunulmaz ve aşağılık intikam kavramını burada kullanmaktan korkmuyorum. İntikamcı şiddet, baskıcı şiddetin tersine, olumsuzlukta, yani acı çekmede eşitlik yaratır. Baskıcı şiddet eşitliğin ve dolayısıyla insanın reddidir. Devrimci şiddet son derece insanidir. Bu düşünceye alışmanın zor olduğunu biliyorum ama bunu en azından spekülasyonun bağlayıcı olmayan alanında değerlendirmek önemlidir. Fanon’un metaforunu genişletecek olursak: ezilenlerin, sömürgeleştirilenlerin, toplama kampı mahkumlarının, hatta belki de Latin Amerika’daki ücretli kölelerin insan olabilmesi için zalimin ayaklarını görebilmesi gerekir; böylece paradoksal olarak, bu rolde insan olmayan zalim de ancak bu yolla bir insan olabilecektir.”

NEHİRDEN DENİZE

7 Ekim ve Gazze savaşı, Oslo Anlaşmalarının başarısızlığının üzerine mührü vurmuştur. İki egemen devletin bir arada yaşamasına dayalı kalıcı bir barışın temelini atmak şöyle dursun, bu anlaşmalar İsrail tarafından derhal ihlal edildi ve Batı Şeria’nın sömürgeleştirilmesinin, Doğu Kudüs’ün ilhak edilmesi ile yozlaşmış ve itibarsız Filistin Yönetiminin izole edilmesinin dayanağı haline geldi.

Oslo Anlaşmalarının başarısızlığı iki devletli projenin sona ermesine işaret ediyor. Avrupalılar ve Amerikalılar tarafından -hiçbir Filistinli temsilciye danışmadan- hâlâ muğlak bir şekilde bölgenin savaş sonrası yeniden değerlendirilmesi düşünülüyor; bugün bu, aslında İsrail askeri kontrolü altında bir veya iki Filistinli Bantustan[3] anlamına geliyor. İki devlet hipotezi imkânsız hale geldi, ancak Gazze’deki soykırım savaşı koşullarında iki uluslu bir devlet de pek mümkün görünmüyor.

Yirmi yıl önce Edward Said, Yahudi ve Filistinli vatandaşlara tam eşitliği garanti edebilen iki uluslu, laik bir devletin barışa giden tek olası yol olduğunu düşünüyordu. Bugün dünyanın dört bir yanından (çok sayıda Yahudi dahil) milyonlarca protestocunun benimsediği “Nehirden denize özgür Filistin” sloganının anlamı budur, her ne kadar ana akım medyanın çoğu bunun antisemitik olduğunu düşünmekte ısrar etse de.

Metin Kutusu: “Bugün söz konusu olan İsrail’in varlığı değil, Filistin halkının hayatta kalmasıdır.”            Elbette İsrail-Filistin’in geleceğine orada yaşayan halk karar vermeli. Ancak kendi kaderini tayin etme hakkı, bazı tarihî dersleri göz ardı etmemelidir. Bugün iki devletli bir çözüm ancak etnik gruplar arası mübadele yoluyla işe yarayabilir. Yine de aynı sayıda Yahudi ve Filistinlinin paylaştığı bir toprakta bu mantıksız bir çözüm olacaktır.

Filistin’in gerçek anlamda egemen bir devlet olarak kurulduğunu varsayalım ki bu oldukça ihtimal dışıdır, bu uzun vadede tatmin edici olmayacaktır. İslami bir devletin yanında Siyonist bir devlet, kültürler, diller ve inançlar arasında herhangi bir diyaloğa veya alışverişe ev sahipliği yapamayacak tarihsel bir gerileme olacaktır. Yirminci yüzyıl Orta Avrupa ve Balkan tarihinin bize gösterdiği gibi, bu bakış açısı trajediyle sonuçlanacaktır.

Bu nedenle pek çok kişi, Yahudilerin ve Filistinlilerin eşit temelde bir arada yaşayacağı iki uluslu bir devleti tek çözüm olarak görüyor. Bugün bu seçenek uygulanamaz gibi duruyor olsa da uzun vadede düşünürsek mantıklı ve tutarlı görünüyor. 1945 yılında Almanya, Fransa, İtalya, Belçika ve Hollanda’yı bir araya getirerek bir Avrupa Birliği kurma fikrinin de tuhaf ve naif olduğu düşünülüyordu. Tarih, terk edilen ve geriye dönüp bakıldığında aptalca görünen önyargılarla doludur. Bazen trajediler yeni perspektiflerin açılmasına hizmet eder.

Yirmi yıl önce Said endişeyle şu soruyu sordu: “Apartheid’in kötülüklerine karşı açık ve net bir şekilde konuşan Güney Afrika’daki Nadine Gordimer, Andre Brink ve Athol Fugard gibi beyaz yazarların İsrailli muadilleri nerede?” Bu sessizlik bugün de aynı derecede sağır edici, yalnızca birkaç izole ses tarafından bozuluyor. Ancak durum kökten değişti. İsrail kendisinin savunmasız olduğunu ve her şeyden önce yıkıcı öfkesiyle her türlü ahlaki meşruluktan yoksun olduğunu ortaya koydu.

Filistin davası, başta gençler olmak üzere Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki geniş halk kitlelerinin ve Küresel Güney’in[4] meselesi haline gelmiştir. Bugün söz konusu olan İsrail’in varlığı değil, Filistin halkının hayatta kalmasıdır. Gazze savaşı ikinci bir Nakba[5] ile sonuçlanırsa, İsrail’in meşruiyeti kalıcı olarak zarar görecektir. Bu durumda ne Amerikan silahları ne de Batı medyası ne de Alman Staatsraison’u, ne de yanlış anlaşılan ve ayıplanan Holokost anıları bunu telafi edebilecektir.

İngilizceden çevirdiğimiz metin, 6 Nisan 2024 tarihinde “The Gaza Massacre Is Undermining the Culture of Democracy” başlığıyla Jacobin’de yayınlanmıştır.


[1]    Oslo Anlaşmaları, İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasında 1993 ve 1995 yıllarında imzalanan bir dizi anlaşmayı ifade eder. Bu anlaşmalar, İsrail ve Filistin arasındaki barış görüşmelerinde bir dönüm noktası oluşturdu ve İsrail-Filistin çatışmasında çözüm için bir umut ışığı olarak görüldü. İlk Oslo Anlaşması, 1993’te, 13 Eylül’de Beyrut’ta, İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin ve FKÖ lideri Yaser Arafat arasında imzalandı. Bu anlaşma, İsrail ve Filistin Yönetimi arasında bir geçiş dönemi oluşturmayı amaçladı ve Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde Filistin Özerk Yönetimi’nin kurulmasını öngördü. İkinci Oslo Anlaşması, 1995’te, 28 Eylül’de Washington D.C.’de imzalandı. Bu anlaşma, İsrail ve FKÖ arasında Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’nin yetkilerini genişletmeyi ve daha fazla Filistin toprağının devrini öngördü. Ancak, Oslo süreci zaman içinde çeşitli engellerle karşılaştı ve sonuçta bir barış ve istikrar sağlayamadı. Ancak, Oslo Anlaşmaları, İsrail-Filistin barış görüşmelerinde önemli bir kilometre taşı olarak anılmaktadır (ç.n.).

[2]    Yazar burada “collateral damage” ifadesini kullanmaktadır. Bu ifade özellikle askeri operasyonlar veya çatışmalar sırasında kullanıldığında, asıl hedefin dışında kalan ve istemeden zarar gören sivil kişileri, altyapıyı veya mülkleri ifade etmek için kullanılır. (ç.n.)

[3]    Bir devlet içinde kâğıt üzerinde özerkliğe sahip ancak ekonomik açıdan bağımlı ve güçten yoksun etnik bölge anlamında kullanılır (ç.n.).

[4]    “Global South” terimi, genellikle küresel kalkınma ve ekonomik güç dengesi bağlamında kullanılan bir kavramdır. Asya, Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu’da bulunan genellikle ekonomik olarak daha az gelişmiş veya gelişmekte olan, büyük bir kısmı eski sömürgelerden oluşan ülkeleri ifade eder. Bu bölgeler; düşük gelir seviyelerine, sınırlı altyapıya, yetersiz sağlık hizmetlerine, eğitime erişimde zorluklara ve diğer gelişmişlik göstergelerinde zorluklara sahiptir. Bu terim aynı zamanda bu ülkelerin, kalkınma hedeflerine ulaşmak ve küresel güç dengesini değiştirmek için birlikte hareket etme potansiyeline de atıfta bulunur (ç.n.).

[5]    “Nakba”, Arapça bir kelime olup “büyük felaket” veya “trajedi” anlamına gelir. Filistinliler arasında ve Arap dünyasında, 1948 Arap-İsrail Savaşı sırasında ve sonrasında Filistin’in bölünmesi ve İsrail devletinin kurulmasının ardından yaşanan toprak kaybı, yerinden edilme ve mültecileştirilmeyi ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Nakba, Filistinlilerin hafızasında derin bir yaraya işlemiş ve Filistin ulusal kimliğinin merkezi bir parçası haline gelmiştir. Bu olay, Filistin’de ve dünyada her yıl 15 Mayıs’ta anılmaktadır (ç.n.).