Gelmekte Olan Demokrasi: Jacques Derrida’nın Düşüncesi Üzerine Notlar

Gelmekte Olan Demokrasi: Jacques Derrida’nın Düşüncesi Üzerine Notlar

Ocak 31, 2023 0

Daniel Matthews 

Çev.: Ezgi Duman 

 “Gelmekte olan demokrasi” (la démocratie à venir) belki de Derrida’nın geç dönem çalışmalarından ortaya çıkan en mukavim ilke. Bu zorlu küçük söz dizimi en önemlileri Spectres of Marx [Marx’ın Hayaletleri] (1993) ve The Politics of Friendship [Dostluk Siyaseti] (1994) olmak üzere, birkaç kitap, makale ve röportajda geliştirildi ve nihayetinde Rogues: Two Essays on Reason’da  [Haydutlar: Akıl Üzerine İki Deneme] (2004) tüm ayrıntısıyla sunuldu. Gelmekte olan demokrasinin kapsamlı şekilde ayrıntılandırılabilmesi açısından, özellikle différance, açmaz [aporia] ve tekrarlanabilirlik [iterability] gibi Derrida’nın bazı anahtar kavram ve meselelerine titizlikle yaklaşılması; Derrida’nın Jean-Luc Nancy ve Maurice Blanchot ile özgürlük, kardeşlik ve cemaat sorularıyla alakalı diyaloğu üzerinden irtibatların izinin sürülmesi; ayrıca Derrida’nın “hayaletsiz” adalet nosyonuyla olan ilişkisine dikkat edilmesi gerekir. Bunların hiçbirine bu yazıda teşebbüs edilmeyecek. Böylesi kısa bir nottan en fazla Derrida’nın düşüncesine giriş mahiyetinde bir işmar beklenebilir. Kaçınılmaz olarak, tabiatı icabı eksik kalacak olsa da Derrida’nın demokrasi yaklaşımında mevzubahis bazı temel konulara değinmeyi ve “yapısökümcü bir siyaset” düşüncesiyle alakalı bazı çıkarımlara işaret etmeyi umuyorum. Okuyucuları daha geniş konulara ve meselelere yönlendirmek maksadıyla aşağıda ilave okumaları belirttim. 

Bu aldatıcı şekilde basit ifadeyi ayrıntılandırmak için, demokrasiyi Derrida’nın son dönem çalışmalarında anahtar bir ilke olan ”otoimmünite ile ilişkili olarak değerlendirmek istiyorum. Otoimmünite, Derrida’nın açmaz [aporia], çifte çıkmaz [double bind], eklenti [the supplement], différance, antinomi [antinomy] ve benzeri erken dönem “kavramvari”lerine hem vekâlet eder hem de onlara yeniden yön verir. Rogues’da Derrida, otoimmün bir mantık tarafından yönetilen bir varlık olarak demokrasi düşüncesi açısından devamlı bir savunma içerisinde. Biyolojik olarak otoimmünite, bedenin bağışıklık sisteminin bedende tabii olarak hâlihazırda var olan maddeler aleyhine çalışan antikor veya lenfositler üretmesiyle oluşan bir nevi bedensel öz-yıkımı ifade eder. Açıkça biyolojik çıkarsamadan ilham almış olmasına rağmen, Derrida, bu terimi, aslında o şeyin yıkımının müsebbibi olan bir şeyin öz-savunma ve öz- korunma jestini tanımlamak için kullanır. Dolayısıyla, demokrasinin otoimmün olduğunu ileri sürmek, onun bizzat kendi mantığı tarafından içsel olarak tehdit edildiğini iddia etmek anlamına gelir. Demokrasinin bu içsel tavizi veya kusuru, Derrida’nın gelmekte olan demokrasi düşüncesi açısından ziyadesiyle önemli. Derrida’nın demokrasi dâhilindeki bu öz-yarılmayı izah ettiği iki şekli de vurgulamak istiyorum.

İlk mevzu, demokrasi ve egemenlik arasındaki ilişkiyi ihtiva eder. Derrida, hiç abartısız halkın (demos) yönetimi (cratos) olarak anlaşılan demokrasinin, yönetimde herhangi bir elle tutulur etkisinin olması için, egemenliğin bir formuna yaslanmak zorunda olduğunu ileri sürer. Egemenlik ve demokrasi ayrılmaz fakat çelişen ortaklardır. Demokrasinin etkililiği egemenliğe yaslanır: Egemenlikten azade bir demos başka bir güç tarafından gasp edilir ve etkili bir demos yönetimine asla ulaşılamaz. Kendini korumaya ve egemenliğin ortak seçeneği aracılığıyla tahakkümünü garanti altına almaya çalışırken demokrasi, otoimmün bir kendini yok etme sürecinden mustariptir.  Kendi kendini bağışıklamak ve yıkımdan korumak maksadıyla çokluğun önünü kapatarak, en başta özselleştirmesini temin eden çokluğu bir örnek hale getirerek ve indirgeyerek demokrasi kendi kendini yıkıma uğratır. Demosun çoğunluğu, egemen bir topluluk bünyesinde, bir “halk” veya “ulus” dâhilinde kontrol altına alınmalı ve kısıtlanmalı. Bu manevrada, heterojen bir kolektiviteyi homojen bir birliğe dönüştüren kaçınılmaz dışlamalar ve elemeler söz konusu olur. Bu ihmaller daima herhangi bir siyasi topluluğun sözde egemenliğine musallat olmak ve topluluğun farklılık ve ötekiliğe karşı bağışıklığını yıkıma uğratmak için geri döner. Demokrasi ve egemenlik, demokrasinin bu haliyle(yani, egemenlikten azade bir demokrasinin)  kendisi için bir imkânsız olarak kalacağı yıkıcı bir kenetlenmeyle maluldür.

İkinci mesele, eşitlik ve özgürlük arasındaki ilişkinin kanonik sorununu açıyor. Tekrardan, eşitlik ve özgürlük, demokrasi dâhilinde birleşen mecburi ve fakat çelişen iki iddia olarak karşımıza çıkar. Eşitlik, bir topluluk içindeki her aktörün eşit değere sahip olmasını garanti etmeyi ümit eder, bu en sarih haliyle topluluk dâhilindeki her bireye bir eşit oy isnat edilmesinde görülür. Diğer taraftan özgürlük, her bireyin tekilliğine dair bir soru, eşitliğin tesis etmeye çalıştığı aynının tayinini aşma özgürlüğüdür. Fakat Derrida, eşitlik kavramından azade özgürlüğün imkânsız olduğunu iddia eder – iddia odur ki özgürlük daima başkaları tarafından dayatılan sınırlara istinaden cereyan etmeye mecbur ve en azından teoride hepimiz eşit şekilde özgür olmaya mecburuz. Demokratik özgürlük ancak demos dâhilindeki herkes eşit şekilde özgür olduğu zaman anlamlı. Böylece eşitlik, özgürlüğün mütemmim cüzü haline gelir ve bu tür bir eşitlik özgürlüğün içine kayıt olduğundan, eşitlik artık yalnızca bir sayı ve hesap sorunu değildir ve fakat kendisi bizzat hesaplanamaz hale gelir. İki kavram tabiatları icabı birbirine bağlıdırlar, fakat otoimmün bir ilişki içinde. Eşitlik, her tekilliği, sonsuza kadar ikame edilebilen ölçülebilir bir bütünlüğe hapseder. Diğer taraftan özgürlük bu hesabı aşar ve her bir tekilliğin başka tekilliklere nazaran heterojen olmasını temin eder, her bireyin tekilliğinin garantisidir, herkese (tamamen) başka olarak muamele edilmesini temin eder. Demokrasi açısından, bu iki rakip faktör karşılıklı olarak bağımlıdır – özgürlük, herkes için özgürlük bağlamında cereyan etmeye mecburdur – dolayısıyla bu, tam demokrasinin yapısındaki içsel yozlaşmayı temsil eder.

Bu okumada demokrasi daima kendi kendisiyle savaş halinde ve asla kendi iç gerilimlerini ve çelişkilerini çözmeye ehil değildir. Derrida’nın mevcudiyet metafiziğiyle alakalı erken dönem meselelerini aksettiren terimlerle ifade etmek gerekirse, demokrasi hiçbir zaman mevcut olmaz ve fakat daima ertelenmiştir. Demokrasi, kendi mevcudiyet iddiasında, (“burada ve şimdi bu demokrasidir”) onun yıkımını tetikleyecek egemenliği çağırır. O halde demokrasi, demokrasinin gelip çattığı veya galebe çaldığı şeklindeki (egemen) iddiada asla tam anlamıyla mevcut olmaz. Bu anlamda demokrasi daima “gelmekte olan”dır. Önemli ölçüde, buradaki “gelmekte olan”, sanki o tam manasıyla kendisine ilerlememiz gereken (Platoncu veya düzenleyici, Kantçı anlamda) bir İdea’ymışçasına, demokrasi açısından bir çeşit imkân ufku faraziyesi değildir. Daha ziyade “gelmekte olan”, demokrasi imkânını içeriden inşa eden alt üst oluşu ifade eder. Bununla birlikte, “gelmekte olan”nın (à venir) geleceğe dair çıkarımı önemli. Derrida – gelecek-şimdiki zaman olarak düşünülen, tahmin edilebilir ve programlanabilir – “gelecek [the future]” ile olayın öngörülemeyen gelişine, öngörülemeyen ve kapanmamış, telos veya bilinebilir bir menzilden azade bir kırılma veya kargaşaya[1] atıfta bulunan à venir arasında ayrım yapar. O halde Derrida’nın formülasyonundaki “gelmekte olan”, demokrasinin kalbindeki dönüştürücü ve yıkıcı bir potansiyele işaret eder; tam da buradaki ve şimdideki bir değişim vaadine işaret eder.

Yine de demokrasinin “otoimmünitesi” ile ne kastediliyor? Tüm demokratik çabalar mecburen bir tür öz-yıkım değil midir? Pek ala bir bakıma evet. Fakat otoimmünitenin yıkıcı ve potansiyel olarak ölümcül sonuçlara sebebiyet verdiği biyolojik veya tıbbi bağlam dâhilinde olanın aksine, Derrida otoimmünite mantığında [logic] farklı bir nüans görür. Derrida için daha da önemlisi, otoimmünite mutlak bağışıklığın imkânsız olduğunu afişe eder: Bir mutlak muhafazayı elde etme teşebbüsünde yıkım hemen arkadan takip etmektedir. Şayet demokrasi mutlak şekilde uyuşmadan bağışık olsaydı, o mutlak olarak egemen değişmez, atıl ve cansız olurdu. Otoimmünite, paradoksal bir şekilde, demokrasiye hayat ve rol verir; o “gelmekte olan” ne ise ona, sonsuz yeniden biçimlendirme, yeniden çalışma ve tekrarlanma imkânına açıklığı büyütür.

O halde, Derrida’nın demokrasi yaklaşımının birbiriyle ilişkili iki hedefi olduğunu görebiliriz. Onun ilk işmarı, demokrasinin mümkün olduğu koşulları soruşturur ve demokrasinin kalbindeki bir açmazı ya da çelişkiyi açığa çıkarır. Bu anlamda günümüzde anlaşıldığı, icra edildiği ve yeniden üretildiği şekliyle demokrasi gündeme geldiğinde eleştirel bir mesafenin gözetilmesi icap eder. Mevcut rejimlerde ve uygulamalarda elde edilmiş veya geliştirilmiş olan gevşek demokrasi beyannameleri radikal bir şekilde sorgulanmalı ve yenilenmeli. Onun gelmekte olan demokrasi düşüncesindeki ikinci işmarı ise şimdi gelmekte olana vurgu yaparak – müdahale, parçalama, dönüşüm ve direniş çağrısı yapıyor. Demokrasiyi radikal olarak farklı bir ufka açan angaje bir tavra, şimdi ve burada atılgan bir müdahaleye çağırıyor.

O halde Derrida, (Derrida’nın bu çıkarımı sürdürmek istediği aşikâr olsa da) gelmekte olan demokrasi nosyonunu, sadece modern demokratik siyasetin beyan ettiği ideallerin yeterli gelmediği hali tarif etmek için kullanmaz; demokrasi çok daha radikal bir anlamda “gelmekte olan”dır. Demokrasinin otoimmünal özrü, tam da demokratik bir gelecek imkânını fora eden şey. Geleceğe yönelik bu foranın, sanki önümüzde sadece daha iyi, daha demokratik günler varmış gibi körü körüne iyimser olmadığını vurgulamak icap ediyor. Derrida’nın söz dizimi, geleceğin önlenemez gelişini, hem en iyi hem de sırf en kötü olarak tayin eder. Ve hiçbir normatif rehberlik veya teminat sunmazken Derrida, demokrasinin kalbindeki mecburi huzursuzluğa, devam eden çalışma ve katılım ihtiyacının aciliyetine işaret eder. Bu anlamda demokrasi daima “gelmekte olan”, daima bir vaat ve kapanmamış bir potansiyelin alanı olacak. Hugo Chavez’in yakın zamanda tercih ettiği sosyalizm tanımını takip ederek, bu demokrasi anlayışını, sonu olmayan demokrasi olarak isimlendirebiliriz.

İLAVE OKUMA İÇİN TAVSİYELER

Derrida’nın demokrasiye dair olduğu kadar, yapısöküm ve daha genel olarak siyasete yaklaşımına dair de yazılmış çok fazla şey var. Burada yalnızca en önemli ve/veya erişilebilir metinleri not düşüyorum.

Derrida’nın Eserleri

  • Spectres of Marx: The State of Debt, the Work of Mourning and the New International (London: Routledge, 2010). [Türkçesi için bkz. Marx’ın Hayaletleri: Borç Durumu, Yas Çalışması ve Yeni Enternasyonal, çev. Alp Tümertekin, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2019.] İlk iki bölüm özellikle adalet, mevcudiyet ve demokrasi arasındaki ilişkiyi keşfetmek için faydalı. Gelmekte olan demokrasi açısından özellikle bkz. bölüm 2, s. 73-83.
  • The Politics of Friendship (London: Verso, 2005). Bu zorlu metin, Aristoteles, Schmitt, Nietzsche, Blanchot ve Nancy’nin dostluk, kardeşlik, cemaat ve demokrasi mevzularındaki okumalarını içeriyor. Özellikle 1-4. bölümler ile 6., 9. ve 10. bölümlere bakın.
  • Rogues: Two Essays on Reason (Stanford: Stanford University Press, 2005). Bu, Derrida’nın demokrasi üzerine düşüncesinin belki de en esaslı ve erişilebilir detaylı açıklaması. 3. ve 8. bölümler özellikle “gelmekte olan demokrasi” nosyonunu ele alıyor. Nancy’nin “kardeşlik” ve “özgürlük” okumasıyla ilgili önemli ilişki de dâhil olmak üzere eşitlik ve özgürlük mevzusu açısından 4. ve 5. bölümlere bakın.
  •  “Force of Law: The ‘Mystical Foundation of Authority’” in Acts of Religion ed. Gil Anidjar (London: Routledge, 2010), s. 228-298. [Türkçesi için bkz. “Yasanın Gücü, Otoritenin Mistik Temeli”,  çev. Zeynep Direk, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, Metis Yay., İstanbul, 2010, s. 43- 133.] Benjamin’in “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” metni ve Derrida’nın hukuk ve adalet anlayışıyla alakalı bir demokrasi tartışması için, özellikle bkz. s. 278-293.

Diğer Yazarların Eserleri

  • Alex Thomson Deconstruction and Democracy (London: Continuum, 2005). Özellikle The Politics of Friendship’e atıfta bulunmak suretiyle Derrida’nın düşüncesinin esaslı bir değerlendirmesi açısından 1. ve 2. bölüme bakın. Thomson, faydalı bir şekilde, Derrida’nın demokrasi kavramıyla liberal ve radikal demokrasi yaklaşımlarını mukayese eder.
  • Martin Hägglund, Radical Atheism: Derrida and the Time of Life. Derrida’nın düşüncelerini Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un çalışmalarıyla mukayese etmek için özellikle faydalı; bkz. bölüm 5.
  • Jean-Luc Nancy, The Truth of Democracy (New York: Fordham University Press, 2010). [ Türkçesi için bkz. Demokrasinin Hakikati, çev. Murat Erşen, Monokl Yay., İstanbul, 2010.] Her ne kadar Nancy’ye ait bir müdahale olsa da bu metin, Derrida’nın demokrasiyle ilgili bazı meselelerine temas ediyor.
  • Michael Naas, Derrida From Now On (New York: Fordham University Press, 2008). Özellikle, 6, 7, 8 ve 10. bölümler.
  • Geoffrey Bennington, Legislations: The Politics of Deconstruction (London: Verso, 1994).
  • Pheng Cheah and Suzanne Guerlac ed., Derrida and the Time of the Political (London: Duke University, 2009).
  • Martin McQuillan ed., The Politics of Deconstruction: Jacques Derrida and the Other of Philosophy (London: Pluto Press, 2007).
  • Matthias Fritsch, “Derrida’s Democracy to Come” Constellations Cilt 9, 4 s. 574–597.

Bu yazı ilk olarak Critical Legal Thinking’de 16 Nisan 2013’te yayınlandı.

ÇN: Dünya çapında neoliberalizmin, daha yakınlarda da otoriter, baskıcı rejimlerin yükselişiyle, siyasalın neredeyse bertaraf edildiği günümüzde “demokratik” mekanizmaların ortadan kalktığı bir süreci yaşıyoruz. Türkiye bu sürecin en önde gelen halkalarından biri, hatta en önemli halkasını teşkil ediyor. Sadece son aylarda değil, çok uzun zamandır demokrasi seçim süreçlerin ve pazarlıklarına indirgenmiş görünüyor. Radikal, otonomist, sosyalist demokrasi gibi başka bir tahayyül kapı aralayacak sistemleri geçtik, geldiğimiz momentte “çoğulcu, katılımcı demokrasi” gibi burjuva kapitalist sınır hatları içinde kalan tarzlar bile “tek adam yönetimi”, seçimler gibi gündemler içinde boğulmuş durumda. Ne yazık ki bu furyaya muhalif kesimlerden de katılım bir hayli yüksek. 

Böylesi bir dönemde ve coğrafyada, hazır seçimler yaklaşmışken, siyasi iktidar hukuku, sistemi ve aslında her şeyi sıfırladığını/sıfırlayabileceğini açık açık ifade ediyorken demokrasiye dair eleştirel tartışmalar yürütmenin öneminin arttığını düşünüyorum. Bu tartışmalara, yazarın ve öteki yazarın yapısöküm “murad”ına küçük de olsa bir katkı sunar diye umut ederek bu yazıyı Türkçe’de de okunur hale getirmek istedik.


[1] Yazar burada “disturbance” tabirini kullanıyor. Bu aynı zamanda “kıyamet” manasına geliyor (ç.n.).

İlk mevzu, demokrasi ve egemenlik arasındaki ilişkiyi ihtiva eder. Derrida, hiç abartısız halkın (demos) yönetimi (cratos) olarak anlaşılan demokrasinin, yönetimde herhangi bir elle tutulur etkisinin olması için, egemenliğin bir formuna yaslanmak zorunda olduğunu ileri sürer. Egemenlik ve demokrasi ayrılmaz fakat çelişen ortaklardır. Demokrasinin etkililiği egemenliğe yaslanır: Egemenlikten azade bir demos başka bir güç tarafından gasp edilir ve etkili bir demos yönetimine asla ulaşılamaz. Kendini korumaya ve egemenliğin ortak seçeneği aracılığıyla tahakkümünü garanti altına almaya çalışırken demokrasi, otoimmün bir kendini yok etme sürecinden mustariptir.  Kendi kendini bağışıklamak ve yıkımdan korumak maksadıyla çokluğun önünü kapatarak, en başta özselleştirmesini temin eden çokluğu bir örnek hale getirerek ve indirgeyerek demokrasi kendi kendini yıkıma uğratır. Demosun çoğunluğu, egemen bir topluluk bünyesinde, bir “halk” veya “ulus” dâhilinde kontrol altına alınmalı ve kısıtlanmalı. Bu manevrada, heterojen bir kolektiviteyi homojen bir birliğe dönüştüren kaçınılmaz dışlamalar ve elemeler söz konusu olur. Bu ihmaller daima herhangi bir siyasi topluluğun sözde egemenliğine musallat olmak ve topluluğun farklılık ve ötekiliğe karşı bağışıklığını yıkıma uğratmak için geri döner. Demokrasi ve egemenlik, demokrasinin bu haliyle(yani, egemenlikten azade bir demokrasinin)  kendisi için bir imkânsız olarak kalacağı yıkıcı bir kenetlenmeyle maluldür.

İkinci mesele, eşitlik ve özgürlük arasındaki ilişkinin kanonik sorununu açıyor. Tekrardan, eşitlik ve özgürlük, demokrasi dâhilinde birleşen mecburi ve fakat çelişen iki iddia olarak karşımıza çıkar. Eşitlik, bir topluluk içindeki her aktörün eşit değere sahip olmasını garanti etmeyi ümit eder, bu en sarih haliyle topluluk dâhilindeki her bireye bir eşit oy isnat edilmesinde görülür. Diğer taraftan özgürlük, her bireyin tekilliğine dair bir soru, eşitliğin tesis etmeye çalıştığı aynının tayinini aşma özgürlüğüdür. Fakat Derrida, eşitlik kavramından azade özgürlüğün imkânsız olduğunu iddia eder – iddia odur ki özgürlük daima başkaları tarafından dayatılan sınırlara istinaden cereyan etmeye mecbur ve en azından teoride hepimiz eşit şekilde özgür olmaya mecburuz. Demokratik özgürlük ancak demos dâhilindeki herkes eşit şekilde özgür olduğu zaman anlamlı. Böylece eşitlik, özgürlüğün mütemmim cüzü haline gelir ve bu tür bir eşitlik özgürlüğün içine kayıt olduğundan, eşitlik artık yalnızca bir sayı ve hesap sorunu değildir ve fakat kendisi bizzat hesaplanamaz hale gelir. İki kavram tabiatları icabı birbirine bağlıdırlar, fakat otoimmün bir ilişki içinde. Eşitlik, her tekilliği, sonsuza kadar ikame edilebilen ölçülebilir bir bütünlüğe hapseder. Diğer taraftan özgürlük bu hesabı aşar ve her bir tekilliğin başka tekilliklere nazaran heterojen olmasını temin eder, her bireyin tekilliğinin garantisidir, herkese (tamamen) başka olarak muamele edilmesini temin eder. Demokrasi açısından, bu iki rakip faktör karşılıklı olarak bağımlıdır – özgürlük, herkes için özgürlük bağlamında cereyan etmeye mecburdur – dolayısıyla bu, tam demokrasinin yapısındaki içsel yozlaşmayı temsil eder.

Bu okumada demokrasi daima kendi kendisiyle savaş halinde ve asla kendi iç gerilimlerini ve çelişkilerini çözmeye ehil değildir. Derrida’nın mevcudiyet metafiziğiyle alakalı erken dönem meselelerini aksettiren terimlerle ifade etmek gerekirse, demokrasi hiçbir zaman mevcut olmaz ve fakat daima ertelenmiştir. Demokrasi, kendi mevcudiyet iddiasında, (“burada ve şimdi bu demokrasidir”) onun yıkımını tetikleyecek egemenliği çağırır. O halde demokrasi, demokrasinin gelip çattığı veya galebe çaldığı şeklindeki (egemen) iddiada asla tam anlamıyla mevcut olmaz. Bu anlamda demokrasi daima “gelmekte olan”dır. Önemli ölçüde, buradaki “gelmekte olan”, sanki o tam manasıyla kendisine ilerlememiz gereken (Platoncu veya düzenleyici, Kantçı anlamda) bir İdea’ymışçasına, demokrasi açısından bir çeşit imkân ufku faraziyesi değildir. Daha ziyade “gelmekte olan”, demokrasi imkânını içeriden inşa eden alt üst oluşu ifade eder. Bununla birlikte, “gelmekte olan”nın (à venir) geleceğe dair çıkarımı önemli. Derrida – gelecek-şimdiki zaman olarak düşünülen, tahmin edilebilir ve programlanabilir – “gelecek [the future]” ile olayın öngörülemeyen gelişine, öngörülemeyen ve kapanmamış, telos veya bilinebilir bir menzilden azade bir kırılma veya kargaşaya[1] atıfta bulunan à venir arasında ayrım yapar. O halde Derrida’nın formülasyonundaki “gelmekte olan”, demokrasinin kalbindeki dönüştürücü ve yıkıcı bir potansiyele işaret eder; tam da buradaki ve şimdideki bir değişim vaadine işaret eder.

Yine de demokrasinin “otoimmünitesi” ile ne kastediliyor? Tüm demokratik çabalar mecburen bir tür öz-yıkım değil midir? Pek ala bir bakıma evet. Fakat otoimmünitenin yıkıcı ve potansiyel olarak ölümcül sonuçlara sebebiyet verdiği biyolojik veya tıbbi bağlam dâhilinde olanın aksine, Derrida otoimmünite mantığında [logic] farklı bir nüans görür. Derrida için daha da önemlisi, otoimmünite mutlak bağışıklığın imkânsız olduğunu afişe eder: Bir mutlak muhafazayı elde etme teşebbüsünde yıkım hemen arkadan takip etmektedir. Şayet demokrasi mutlak şekilde uyuşmadan bağışık olsaydı, o mutlak olarak egemen değişmez, atıl ve cansız olurdu. Otoimmünite, paradoksal bir şekilde, demokrasiye hayat ve rol verir; o “gelmekte olan” ne ise ona, sonsuz yeniden biçimlendirme, yeniden çalışma ve tekrarlanma imkânına açıklığı büyütür.

O halde, Derrida’nın demokrasi yaklaşımının birbiriyle ilişkili iki hedefi olduğunu görebiliriz. Onun ilk işmarı, demokrasinin mümkün olduğu koşulları soruşturur ve demokrasinin kalbindeki bir açmazı ya da çelişkiyi açığa çıkarır. Bu anlamda günümüzde anlaşıldığı, icra edildiği ve yeniden üretildiği şekliyle demokrasi gündeme geldiğinde eleştirel bir mesafenin gözetilmesi icap eder. Mevcut rejimlerde ve uygulamalarda elde edilmiş veya geliştirilmiş olan gevşek demokrasi beyannameleri radikal bir şekilde sorgulanmalı ve yenilenmeli. Onun gelmekte olan demokrasi düşüncesindeki ikinci işmarı ise şimdi gelmekte olana vurgu yaparak – müdahale, parçalama, dönüşüm ve direniş çağrısı yapıyor. Demokrasiyi radikal olarak farklı bir ufka açan angaje bir tavra, şimdi ve burada atılgan bir müdahaleye çağırıyor.

O halde Derrida, (Derrida’nın bu çıkarımı sürdürmek istediği aşikâr olsa da) gelmekte olan demokrasi nosyonunu, sadece modern demokratik siyasetin beyan ettiği ideallerin yeterli gelmediği hali tarif etmek için kullanmaz; demokrasi çok daha radikal bir anlamda “gelmekte olan”dır. Demokrasinin otoimmünal özrü, tam da demokratik bir gelecek imkânını fora eden şey. Geleceğe yönelik bu foranın, sanki önümüzde sadece daha iyi, daha demokratik günler varmış gibi körü körüne iyimser olmadığını vurgulamak icap ediyor. Derrida’nın söz dizimi, geleceğin önlenemez gelişini, hem en iyi hem de sırf en kötü olarak tayin eder. Ve hiçbir normatif rehberlik veya teminat sunmazken Derrida, demokrasinin kalbindeki mecburi huzursuzluğa, devam eden çalışma ve katılım ihtiyacının aciliyetine işaret eder. Bu anlamda demokrasi daima “gelmekte olan”, daima bir vaat ve kapanmamış bir potansiyelin alanı olacak. Hugo Chavez’in yakın zamanda tercih ettiği sosyalizm tanımını takip ederek, bu demokrasi anlayışını, sonu olmayan demokrasi olarak isimlendirebiliriz.

İLAVE OKUMA İÇİN TAVSİYELER

Derrida’nın demokrasiye dair olduğu kadar, yapısöküm ve daha genel olarak siyasete yaklaşımına dair de yazılmış çok fazla şey var. Burada yalnızca en önemli ve/veya erişilebilir metinleri not düşüyorum.

Derrida’nın Eserleri

  • Spectres of Marx: The State of Debt, the Work of Mourning and the New International (London: Routledge, 2010). [Türkçesi için bkz. Marx’ın Hayaletleri: Borç Durumu, Yas Çalışması ve Yeni Enternasyonal, çev. Alp Tümertekin, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2019.] İlk iki bölüm özellikle adalet, mevcudiyet ve demokrasi arasındaki ilişkiyi keşfetmek için faydalı. Gelmekte olan demokrasi açısından özellikle bkz. bölüm 2, s. 73-83.
  • The Politics of Friendship (London: Verso, 2005). Bu zorlu metin, Aristoteles, Schmitt, Nietzsche, Blanchot ve Nancy’nin dostluk, kardeşlik, cemaat ve demokrasi mevzularındaki okumalarını içeriyor. Özellikle 1-4. bölümler ile 6., 9. ve 10. bölümlere bakın.
  • Rogues: Two Essays on Reason (Stanford: Stanford University Press, 2005). Bu, Derrida’nın demokrasi üzerine düşüncesinin belki de en esaslı ve erişilebilir detaylı açıklaması. 3. ve 8. bölümler özellikle “gelmekte olan demokrasi” nosyonunu ele alıyor. Nancy’nin “kardeşlik” ve “özgürlük” okumasıyla ilgili önemli ilişki de dâhil olmak üzere eşitlik ve özgürlük mevzusu açısından 4. ve 5. bölümlere bakın.
  •  “Force of Law: The ‘Mystical Foundation of Authority’” in Acts of Religion ed. Gil Anidjar (London: Routledge, 2010), s. 228-298. [Türkçesi için bkz. “Yasanın Gücü, Otoritenin Mistik Temeli”,  çev. Zeynep Direk, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz. Aykut Çelebi, Metis Yay., İstanbul, 2010, s. 43- 133.] Benjamin’in “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” metni ve Derrida’nın hukuk ve adalet anlayışıyla alakalı bir demokrasi tartışması için, özellikle bkz. s. 278-293.

Diğer Yazarların Eserleri

  • Alex Thomson Deconstruction and Democracy (London: Continuum, 2005). Özellikle The Politics of Friendship’e atıfta bulunmak suretiyle Derrida’nın düşüncesinin esaslı bir değerlendirmesi açısından 1. ve 2. bölüme bakın. Thomson, faydalı bir şekilde, Derrida’nın demokrasi kavramıyla liberal ve radikal demokrasi yaklaşımlarını mukayese eder.
  • Martin Hägglund, Radical Atheism: Derrida and the Time of Life. Derrida’nın düşüncelerini Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un çalışmalarıyla mukayese etmek için özellikle faydalı; bkz. bölüm 5.
  • Jean-Luc Nancy, The Truth of Democracy (New York: Fordham University Press, 2010). [ Türkçesi için bkz. Demokrasinin Hakikati, çev. Murat Erşen, Monokl Yay., İstanbul, 2010.] Her ne kadar Nancy’ye ait bir müdahale olsa da bu metin, Derrida’nın demokrasiyle ilgili bazı meselelerine temas ediyor.
  • Michael Naas, Derrida From Now On (New York: Fordham University Press, 2008). Özellikle, 6, 7, 8 ve 10. bölümler.
  • Geoffrey Bennington, Legislations: The Politics of Deconstruction (London: Verso, 1994).
  • Pheng Cheah and Suzanne Guerlac ed., Derrida and the Time of the Political (London: Duke University, 2009).
  • Martin McQuillan ed., The Politics of Deconstruction: Jacques Derrida and the Other of Philosophy (London: Pluto Press, 2007).
  • Matthias Fritsch, “Derrida’s Democracy to Come” Constellations Cilt 9, 4 s. 574–597.

Bu yazı ilk olarak Critical Legal Thinking’de 16 Nisan 2013’te yayınlandı.

NOT: Dünya çapında neoliberalizmin, daha yakınlarda da otoriter, baskıcı rejimlerin yükselişiyle, siyasalın neredeyse bertaraf edildiği günümüzde “demokratik” mekanizmaların ortadan kalktığı bir süreci yaşıyoruz. Türkiye bu sürecin en önde gelen halkalarından biri, hatta en önemli halkasını teşkil ediyor. Sadece son aylarda değil, çok uzun zamandır demokrasi seçim süreçlerin ve pazarlıklarına indirgenmiş görünüyor. Radikal, otonomist, sosyalist demokrasi gibi başka bir tahayyül kapı aralayacak sistemleri geçtik, geldiğimiz momentte “çoğulcu, katılımcı demokrasi” gibi burjuva kapitalist sınır hatları içinde kalan tarzlar bile “tek adam yönetimi”, seçimler gibi gündemler içinde boğulmuş durumda. Ne yazık ki bu furyaya muhalif kesimlerden de katılım bir hayli yüksek. 

Böylesi bir dönemde ve coğrafyada, hazır seçimler yaklaşmışken, siyasi iktidar hukuku, sistemi ve aslında her şeyi sıfırladığını/sıfırlayabileceğini açık açık ifade ediyorken demokrasiye dair eleştirel tartışmalar yürütmenin öneminin arttığını düşünüyorum. Bu tartışmalara, yazarın ve öteki yazarın yapısöküm “murad”ına küçük de olsa bir katkı sunar diye umut ederek bu yazıyı Türkçe’de de okunur hale getirmek istedik.


[1] Yazar burada “disturbance” tabirini kullanıyor. Bu aynı zamanda “kıyamet” manasına geliyor (ç.n.).