İskan ve İnşa

İskan ve İnşa

Mart 27, 2023 0

Giorgio Agamben

Çev.: Yusuf Enes Karataş

Bugün sizinle paylaşacağım düşüncelerimin, yaklaşık otuz yıldır uğraştığım arkeolojik araştırmalar bağlamında ele alınmasını diliyorum. Bildiğiniz üzere, burada arkeoloji derken tarihle, yani gerçeklerin ve olayların sebat içinde ve ayrıntılı bir şekilde kronolojik yeniden inşası ile yakından bağlantılı bir bilimi kastetsem de arkeolojinin tamamen tarihle örtüştüğü de söylenemez zira Foucault’nun, kesinlikle paradoksal bir ifadeyle, “tarihsel a priori” dediği şeyle yani meta-tarihsel olmamakla birlikte yine de bir kronoloji içine yerleştirilemeyecek bir ilkeyle, bir archē’yle her daim ilişkisini sürdürür. Tarih, bir kökenden çok, bir olgunun ortaya çıkış noktası ile onu bize aktaran kaynakların geleneği arasındaki uçurumdur. Arkeolojinin bahse girmesi, tam da bu uçurumun, fenomenin tarihsel geleneği nazarındaki bu fazlalığın, onun bizim için tarihyazımsal araştırmanın odaklandığı nedenler ve sonuçlar bağlamının ötesinde kavranabilir olmasını sağlaması sayesinde gerçekleşmiştir.

Mimarlığın a priori’si hakkında burada sunmayı düşündüğüm kısa ve son derece özet niteliğindeki varsayımları bu perspektiften – yalnızca tarihyazımsal perspektiften değil arkeoloji perspektifinden de – dinlemenizi rica ediyorum. Günümüzde mimarların, mimarlığın durumuna ilişkin sunduğu eleştirel teşhis de aynı arkeolojik bağlam çerçevesinde değerlendirilmelidir. Günümüz mimarlığının durumuna ilişkin bir teşhisin bu arkeolojik bağlam çerçevesinden kavranması çok daha elzemdir zira söz konusu olan mimarlığın kendi kimliğinin sorgulandığı bir karşılaşmadır, zira bu mesleğin adı bile arché’ye temel bir göndermeyi ima ediyor gibi görünmektedir. 

Bu nedenle, (mimarlık okullarının ilk ortaya çıktığı on dokuzuncu yüzyılın ortalarından başlayarak) modern mimarinin tarihsel a priori’sinin ne olabileceği üzerine bazı düşüncelere girişeceğim. Soruyu yanıtlamaya başlamak için, önce genel olarak mimarlığın tarihsel bir a priori’si gibi bir şeyin olup olmadığını sormalıyız. İnsan iskân eden bir varlık [un essere abitante] olduğuna göre, mimarlık gibi bir şeyin mümkün olduğu hususunda hemfikir olabileceğimizi düşünüyorum. Habitat – veya daha doğrusu, inşa ve habitat arasındaki bağlantı – bu nedenle, aradığımız a priori, mimarlık olasılığının koşuludur. Mimarlık, bir iskân sanatı olduğu ölçüde bir inşa sanatıdır.

Onu okumadan Batı kültürü tarihini anlamanın belki de imkânsız olduğu Indo-European Language and Society adlı kitabın yazarı Émile Benveniste bir keresinde, evi tanımlayan Hint-Avrupa terimlerinin iki farklı kavramı üst üste bindirdiğini gözlemlemişti: Bir yanda, sosyal bir aidiyeti ifade eden ev [house-home] (Latince’de buna domus, ailenin ve klanın yeri denir) ve diğer yanda ev inşası (ki buna da Latince’de aedes denir). Benveniste’ye göre Hint-Avrupa *dem kökünde karıştırılma eğiliminde olan bu kavramlar esasında birbirinden ayırt edilmelidir. Uzamsal olarak kısmen örtüşseler de habitat-ev ve bina-ev, birbirleriyle çok az ilgisi olan iki gerçeği ifade eder. Domi, evde-olmak, “belirli bir binada olmak” değil, kişinin içinde bulunduğu ve kendini evinde hissettiği belirli bir yasal ve sosyal bağlama (domus-familia) ait olmak anlamına gelir. Zira evde-olmak yalnızca akrabalar/tanıdıklar arasında olmak değildir. Domi bellique’in “barışta ve savaşta” karşıtlığının da gösterdiği gibi, evde belirli ilişkiler kurulması ve hostis’lerin [halk düşmanı ya da insanlık düşmanı] dışarıda tutulması mümkündür.

Eğer Benveniste’nin gözlemleri doğruysa bu, inşa ile habitat arasındaki ilişkinin düşünüldüğü kadar açık olmadığı, en azından sorunlu olduğu anlamına gelir ve sizi bu ilişki üzerinde düşünmeye davet etmek istiyorum.

Benveniste’nin *dem kökü analizini içeren yukarıda bahsettiğimiz kitabı 1969’da yayınlandı. 1951’de Heidegger, Darmstadt’ta “İnşa Etmek, İkamet Etmek, Düşünmek” başlıklı bir konuşma yaptı ve karşıt tezi savundu: İnşa etmek (bauen) esasında “iskân etme” (buan, wohnen) anlamına gelir ve inşaya anlam kazandıran yalnızca iskân etmektir. İnsan, iskân ettiği için inşa eden bir varlıktır ancak insanın bu üniter varlığı, inşa etme ve iskân etme birliğini her daim tehlikeye atan temel bir yönelim bozukluğu [uno spaesamento] tarafından tehdit edilir.

Bu açıdan mimarlık, Hint Avrupa *dem kökünün içinde barındırdığı iki anlamı – inşa etmek ve iskân etmek – bir arada tutma girişimi olarak tanımlanabilir. İnşa etmek, bir sosyal aidiyeti veya evde-olmayı doğrulamak veya gerçekleştirmek anlamına gelirken, bir sosyal bağlama ait olmak, evde-olmak veya iskân etmek de inşa etmek anlamına gelir. Peki gerçekten durum bu mudur?

Şimdi modern mimarlığın tarihsel a priori’sine ilişkin sorumuza dönersek, ileri sürmek istediğim hipotez, zaten sorunlu olan iskân etme ve inşa etme birliğinin belirli bir noktada, burada açıklayamayacağım sebeplerle, kopmuş olduğudur. O halde mimarlığın a priori’si, tam olarak modern insanın mesken tutmasının imkansızlığı veya yetersizliği ve mimarlar için inşa sanatı ile iskân sanatı arasındaki ilişkinin buna karşılık gelen kopuşu olacaktır.

Bu kopuş, mimarlık okullarının doğuşuyla aynı anda, o ana dek evlerini inşa etme ve o evlerde iskân etme yeteneğine sahip olan insanların bu yetiyi ve onunla birlikte gerçekten evlerinde hissetme kapasitelerini de kaybettikleri şeklindeki tuhaf fenomeni açıklamamıza izin verir. Mimarlık sanki, Ivan Illich’in “yetersiz kılan meslek”[1] olarak adlandırdığı duruma düşmüştür. Daha da önemlisi bu kopuş, mimarlık öğrencilerinin üzerinde düşünmekten asla vazgeçmemesi gerektiğini düşündüğüm bir olguyu, yani (sizin de bildiğiniz gibi) Auschwitz’deki toplama kampının nasıl olup da Bauhaus’da okuyan bir mimar olan Fritz Ertl tarafından tasarlanıp inşa edildiğini açıklamamıza izin veriyor. Hayırlı – veya hayırsız – bir tesadüf sayesinde, bir diğer mimar Walter Dejaco ile birlikte imzalanan kamp planları korunmuştur. İki mimar 1972’de Viyana’da yargılandı ve beraat etti. Ancak bu noktada sorulması gereken soru şu: Ciddiyetinden şüphe duymamız için herhangi bir sebebin bulunmadığı mimarlar nasıl olup da içinde asla evde gibi hissedilemeyecek, yani içinde iskân edilemeyecek bir yapı tasarlayabilirler? İskân etmenin imkânsızlığını temel alan bir mimari nasıl mümkün olabilir? Bugün size yöneltmek istediğim soru bu.

Ancak, eğer şimdiye kadar bulunduğumuz gözlemler doğruysa ortaya çıkan tez, mimarlığın bugün oturulamaz olanı inşa etmek zorunda kaldığı tarihsel bir durumda olduğudur.

Mimarlık, iskân edilemez olanı inşa edebilir mi? Dürüst olmak gerekirse, bugün ünlü mimarlar hiçbir tereddüt duymaksızın alışveriş merkezleri, havaalanları ve benzeri mekanları (belki müzeler de bu kategoriye dahil edilebilir) inşa etmeyi tercih ettiklerinde, yaptıkları şey bu değil mi?

Az önce formüle ettiğim hipotezin nasıl anlaşılmasını istediğime dair birkaç kelam edeceğim. Hipotezim hiçbir şekilde, sanki kronolojik olarak tarihlenebilecek belirli bir anda inşa ile iskân arasındaki bağlantı birdenbire insanlar tarafından kaybedilmiş gibi bir tarihsel geçerlilik iddiasına sahip apokaliptik bir teşhis olarak düşünülmemelidir. Alberti, Filarete ve genç Vasari’nin hapishane mimarisi sorununu bizzat ele almış olmaları, benim bu konuşmada öne sürdüğüm ve bugün mimarinin ilk kez iskân edilemez olanı inşası problemiyle yüzleştiği gibi hipotezlere karşı ihtiyatlı olmamız gerektiğini yeterince iyi gösteriyor. Benim için bu tür hipotezlerin ve paradigmaların amacı, verili bir tarihsel durumu anlaşılır kılmaktır, tarihsel bir araştırma kisvesi altında apokaliptik bir teşhis önermek değil. Yıllar önce, Homo Sacerüzerine düşünmeye daha yeni başladığım sıralar, günümüzde Batı’nın politik paradigmasını meydana getiren şeyin şehir değil, kamp olduğunu yazmıştım. O günlerde iddiam bir skandal gibi göründü ve hararetli bir tartışmaya yol açtı. Felsefi bir paradigma olduğu anlaşılan ve her şeyi aynı suda yıkayan tarihyazımsal bir tez olmayan bu iddia, sistemin muhafazakâr savunucuları dışındaki hemen hemen tüm siyaset bilimciler tarafından bugün kabul görüyor.

Arkeolojik-felsefi bir paradigmanın elbette tarihsel düzeyde etik çıkarımları olabileceği gerçeği bakidir. İskân ve inşa sorunları birbirinden ayrılamıyorsa şayet, hapishane mimarisi tarihinde kendine yer bulan hapishanenin henüz şairini bulamadığı tarzda iddialar, en hafif tabirle aceleciliktir zira (mimarlar, kelimenin tam anlamıyla devlet aygıtına karşı devrimci bir jest gerçekleştirmeyi amaçlamadıkça, ki bu mevcut politik durumda bu ihtimal pek de gerçekçi değildir) belki de hapishanenin şairini bulması imkansızdır ve belki de şairini bulmamalıdır.

Ancak bugün de bu tür son derece sorumsuzca iddialarla karşılaşmaya devam ediyoruz. Yalnızca birkaç gün önce, bir mimarlık okulunda onlarca yıl eğitim vermiş eski bir Venedik belediye başkanı, bugün şehrin yüzünü turistler yerine sakinlerine döndürmenin mümkün olduğuna inanmanın saf ruhların söylemi olduğunu ileri sürdü. Büyük olasılıkla, bu açıklamanın yazarı, yönetmekle görevlendirdiği şehrin bozulmasında üstlendiği rolü örtbas etmeye çalışıyor. Yine de iskân kavramının kendisinin miadını doldurduğunun bu şekilde kabul edilmesi kesinlikle anlamlıdır.

İngilizceden çevirdiğimiz metin, 11 Haziran 2020 tarihinde” başlığıyla Ill Willde İngilizce olarak yayınlanmıştır.


[1] Bu kavram, insanların bir zamanlar kendiliklerinden yaptıkları her şeyin profesyonelleşmesiyle meydana gelen meslek hipertrofisine gönderme yapar.