Kadın, Yaşam, Özgürlük ve Sol

Kadın, Yaşam, Özgürlük ve Sol

Kasım 20, 2022 0

Slavoj Žižek

Çeviren: Ezgi Duman

Yakın tarihli küresel dört haber, cinsiyet veya toplumsal cinsiyet politikalarının mevcut iktidar yapılarına nasıl meydan okuyabileceğini veya onları nasıl pekiştirebileceğini göstermek suretiyle kadınların güçlenmesinin çeşitlerini su yüzüne çıkarmakta. Batılı liberaller için bu dinamikleri anlamak, yeni sağı geri püskürtmek için bir hayli önemli olacak.

LJUBLJANA- Geçen ay kadınları merkeze alan dört vaka manşetleri kat etti: Giorgia Meloni’nin İtalya’daki seçim zaferi, Kraliçe II. Elizabeth’in ölümü ve cenazesi, The Woman King filminin gösterime girmesi ve Mahsa Amini’nin ülkenin ahlak polisi tarafından öldürülmesinin akabinde İran’da vuku bulan yaygın protestolar. Birlikte ele alındığında, bu dört hikâye siyasi alanın temel niteliklerini vurgular. 

Solun, liberal demokrasinin krizine kâfi bir karşılık sunmadaki başarısızlığı sebebiyle, Avrupa’da yeni sağcı yönetimlerin yükselişi özellikle şaşırtıcı değil. Ancak kadınların bu devinimdeki merkezi rolü henüz hak ettiği ilgiyi görmedi. Meloni ve Fransa’daki Marine Le Pen gibi sağcı liderler, kendilerini geleneksel ana akım maskülen teknokratlara karşı daha güçlü alternatifler olarak sunuyorlar. Hem sağcı sertliğini hem de bakım ve aileye odaklanma gibi genellikle kadınsılıkla ilişkilendirilen nitelikleri cisimleştiriyorlar: İnsan yüzlü faşizm.

Şimdi, ilginç bir paradoksu vurgulayan, II. Elizabeth’in televizyonda yayınlanan cenaze merasimini ele alın: İngiliz devleti eski süper güç statüsünden gitgide uzaklaştıkça, İngiliz kraliyet ailesinin emperyal hayallere ilham verme kabiliyeti yalnızca gelişti. Bunu gerçek iktidar ilişkilerini maskeleyen bir ideoloji olarak göz ardı etmemeliyiz. Bilakis, monarşik fanteziler iktidar ilişkilerinin kendilerini yeniden ürettiği sürecin bizzat bir parçasıdır.

II. Elizabeth’in ölümü bize, saltanat sürmekle yönetmek arasındaki modern ayrımı hatırlattı, birincisi sadece törensel görevlerle sınırlıydı. Kralın etrafa şefkat, nezaket ve vatanperverlik saçması ve siyasi ihtilafların dışında kalması beklenmekte. Bu itibarla, krallar ideolojinin aşkınlığını değil, onun en saf hâlini temsil ederler. Yetmiş yıl boyunca II. Elizabeth’in rolü, devlet iktidarının yüzü olarak hizmet vermekti. Ölümünün Başbakan Liz Truss’un iktidara gelmesiyle aynı zamana denk gelmesi ziyadesiyle tesadüfi olabilir; fakat bu, Kraliçe’den Kadın Kral’a geçişin de derinlikli bir simgesiydi. Yeni rolünde Truss, enerji sübvansiyonlarını zenginler için vergi indirimleriyle bir araya getirerek solu bir dereceye kadar engelledi.

Gina Prince-Bythewood’un The Woman King’i de monarşinin politik mantığını ele alıyor. On yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar Batı Afrika Dahomey Krallığı’nı koruyan tamamı kadınlardan müteşekkil bir savaşçı birlik olan Agojie hakkındaki tarihi destan, başrolde Viola Davis kurgusal General Nanisca’yı canlandırıyor. O sadece, Dahomey’i 1818’den 1859’a kadar yöneten ve saltanatının sonuna kadar Atlantik köle ticaretiyle uğraşan gerçek hayattan bir figür olan Kral Ghezo’nun emrinde olan biriydi.

Film, Agojie’nin düşmanları genel hatlarıyla Francisco Félix de Sousa’dan esinlenilmiş kurgusal bir karakter olan Santo Ferreira liderliğindeki köle tüccarlarını içeriyor. Fakat gerçekte Sousa, Ghezo’nun güç kazanmasına yardım eden Brezilyalı bir köle tüccarıydı ve Dahomey, diğer Afrika devletlerini fetheden ve halkını köle ticareti kapsamında satan bir krallıktı. Nanisca, köle ticaretine karşı kralı protesto eden olarak tasvir edilirken, gerçek Agojie ona hizmet etmişti.

Böylece Kadın Kral Batılı liberal orta sınıf tarafından taltif edilen bir feminizm şeklini teşvik ediyor. Günümüzün #MeToo feministleri gibi, Dahomeyli Amazon savaşçıları günlük dildeki ikili mantığın tüm hallerini, ataerkilliği ve ırkçılığın izlerini kıyasıya kınayacaklar; fakat modern küresel kapitalizmin ve ırkçılığın sürmesinin zemini olan daha derin sömürü şekillerinin düzenini bozmamak adına ziyadesiyle temkinli olacaklar.

Bu vaziyet, kölelikle alakalı iki temel gerçeği önemsizmiş gibi göstermeyi kapsar. İlk olarak, beyaz köle tüccarları Afrika topraklarına ziyadesiyle az ayak basmak zorunda kaldılar, zira (Dahomey krallığı gibi) imtiyazlı Afrikalılar onlara bol miktarda taze köle tedarik ettiler. İkincisi, köle ticareti yalnızca Batı Afrika’da değil, aynı zamanda Arapların milyonları köleleştirdiği ve müessesesinin Batı’dakinden daha uzun sürdüğü (Suudi Arabistan 1962’ye kadar resmi olarak ilga etmemişti) doğu kesimlerinde de yaygındı.

Gerçekten de Mısırlı Müslüman entelektüel Seyyid Kutub’un kardeşi Muhammed Kutub, İslami köleliği Batı eleştirisinden şiddetle korudu. “İslam’ın kölelere manevi azatlık verdiğini” iddia etmek suretiyle, Batı’da bulunan zina, fuhuş ve gelişigüzel seksi (“en iğrenç hayvanlık hâli”) “bir hizmetçiyi [bir köle kızı] İslam’daki efendisine bağlayan temiz ve manevi bağ” ile karşı karşıya getirdi. Suudi Arabistan’ın en yüksek dini organının üyesi olan Şeyh Saleh Al-Fawzan gibi bazı muhafazakâr Selefi âlimlerden hala böyle sözler duyuluyor. Fakat bunu salt Batılı orta sınıf liberallerden dinleyerek fark edemezsiniz.

Neyse ki İslam’ın kölelikle tarihsel bağının, ağırlıklı olarak Müslüman toplumların özgürleştirici potansiyeline gölge düşürmesi gerekmez. İran’daki kitlesel protestoların dünya tarihi açısından bir önemi var zira (kadınların maruz kaldığı baskıya, dini baskıya ve devlet terörüne karşı) farklı mücadeleleri organik bir birlik içinde kaynaştırıyor. İran, gelişmiş Batı’nın bir cüzü değil ve protestocuların “Zan, Zendegi, Azadi” (“kadın, yaşam, özgürlük”) sloganı safi #MeToo veya Batı feminizminin bir yan ürünü değil. Her ne kadar milyonlarca sıradan kadını seferber etmiş olsa da çok daha geniş kapsamlı bir mücadeleye hitap ediyor ve Batı feminizminde sıklıkla tesadüf edilen erkeklik karşıtı eğilimden kaçınıyor.

“Zan, Zendegi, Azadi” sloganları atan İranlı erkekler, kadın hakları için verilen mücadelenin aynı zamanda kendi özgürlükleri için verilen mücadele olduğunu, kadınların maruz kaldığı baskının daha büyük bir devlet terörü sisteminin yalnızca en görünür tezahürü olduğunun farkındalar. Dahası, politik şiddet, köktendincilik ve kadınlara yönelik baskıya rağbetin arttığı gelişmiş Batı dünyasında, İran’daki vakalar bizi hâlihazırda pusuda bekliyor.

Bizim Batı’da, İran’a çaresizce bize yetişmeye çalışan bir ülke muamelesi yapmaya hakkımız yok. Bilakis, ABD, Macaristan, Polonya, Rusya ve diğer pek çok ülkede sağcı şiddet ve baskıya karşı koyma şansına sahip olma ihtimalimiz varsa şayet, İranlılardan öğrenmesi gereken biziz. Protestoların bir sonraki neticesi ne olursa olsun, mühim olan, devlet zulmünün güçlerinin geçici bir zafer kazanması halinde yeraltında faaliyet yürütmeye devam edebilecek sosyal ağlar örgütleyerek hareketi canlı tutmaktır.

İranlı protestoculara, sanki çok uzaklardaki egzotik bir kültüre aitlermiş gibi, sırf sempati veya dayanışma göstermek kâfi değil. Kültürel özgünlükler ve hassasiyetler hakkındaki tüm rölativist gevezelikler artık anlamsız. İran mücadelesini kendi mücadelemizle eşanlamlı görebiliriz ve görmeliyiz de. Sembolik kadın başkanlara veya Kadın Krallara ihtiyacımız yok; nefrete, şiddete, köktenciliğe karşı “kadın, yaşam, özgürlük” için hepimizi seferber edecek kadınlara ihtiyacımız var.

Bu yazı ilk olarak 5 Kasım 2022’de Project Syndicate’ta İngilizce olarak yayınlanmıştır.