Uluslararası Hukuktaki Yeni-Sömürgeciliğin Demistifikasyonu

Uluslararası Hukuktaki Yeni-Sömürgeciliğin Demistifikasyonu

Ocak 24, 2024 0

Lena Salaymeh

Çev.: Rüzgar Özbulduk

Sömürgecilik (kolonyalizm) -emperyalizmin modern biçimi olarak- İspanyol ve Portekizlilerin Güney Amerika’yı işgalinin ardından, on altıncı yüzyılda ortaya çıktı. Bir devlet tarafından sermaye sağlamak ve bu sermayeyi aktarmak amacıyla bir bölgenin işgali ve o bölgenin (doğal ve beşeri) kaynaklarının sömürülmesi anlamına gelmektedir. Emperyalizmin önceki biçimlerinin aksine sömürgecilik, kâr odaklı sömürü ile sömürge hâline getirilen topluluklar üzerinde zaman zaman etnik temizliğe kadar varan bir zulmü bünyesinde barındırır. Yine emperyalizmin önceki biçimlerinden farklı olarak, evrensellik ve üsttencilik ideolojisine dayanan “medeniyet götürme misyonu” ile iç içe geçmektedir. Sivil halka karşı bir savaş niteliğinde olan sömürgecilik, bu niteliği nedeniyle çoğu zaman sömürgeleştirilmiş halklar üzerinde askeri bir tahakkümü de beraberinde getirir. Tabii ki sömürgeci pratiklerin farklı geçmişleri ve türleri vardır: Sömürgecilik yerli nüfusun üzerinden geçinmeyi hedeflerken, yerleşimci-sömürgecilikte yerli nüfus yok edilmeye çalışılır. Basitçe açıklamak gerekirse sömürgecilik; insanlara sistematik baskı yapılması, toprakların işgal edilmesi ve kaynakların sömürülmesidir.

Sömürgecilik yalnızca geçmişe ait olup, bugün bir ders olarak üzerine çalışılacak bir konu değildir. Geçmiş yüzyıllardaki sömürgeciler sömürgeciliklerini gizleme ihtiyacı duymazken, günümüzün yeni-sömürgeci (neo-kolonyalist) devletleri -Jean Paul Sartre’ın terminolojisiyle- sömürgeciliklerini mistifize etmektedir. Hatalı olarak “sömürgesizleşme” dönemi şeklinde nitelendirilen yirminci yüzyıl, aslında sömürgeci devletlerden post-sömürgeci devletlere geçişi değil, sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe geçişi ifade eder. Bu yeni-sömürgecilik kategorisi, yeni-sömürgeciliği önceki biçimlerin uzantısı olarak deneyimleyen birçok küresel Güney insanının bakış açısını yansıtır. Devletler, çarpıtma ve yeniden tanımlama da dâhil çeşitli teknikler kullanarak, yeni-sömürgeciliklerini mistifize ederler. Yeni-sömürgeci devletler, on dokuzuncu yüzyılın sömürgeci “medeniyet götürme misyonu”nu, sözde evrensel değerlerle yeniden tanımlamışlardır. Sözgelimi, yeni sömürgeci devletler kendilerini “demokrasiyi yayanlar” olarak yeniden tanımlamak suretiyle, askeri-endüstriyel komplekslerinin kâr amacını çarpıtmaktadırlar. Yine “milli güvenlik” ve “insani müdahale” kavramlarının kullanılması da yeni-sömürgeci çarpıtmaya ve yeniden tanımlamaya örnek oluşturur. Yaklaşık 800 askeri üssüyle, 85’ten fazla ülkede bulunan ABD, günümüzün en büyük yeni-sömürgeci gücüdür ki ABD’nin Irak’ı işgali de bu yeni sömürgeciliğin bir örneğini teşkil etmektedir. Yeni sömürgeciliği anlamak, hem çağdaş uluslararası hukuk sistemini hem de sömürgecilik karşıtı teoriyi anlamak adına oldukça önemlidir.

Sömürgeci ve Yeni-Sömürgeci Uluslararası Hukuk

Modern çağda, sömürgeci yönetişim ve “medeniyet götürme misyonu” uluslararası hukuku şekillendirmiştir. Sömürgeci yönetişim, sömürgeleştirilen halka karşı şiddet uygulanmasını da beraberinde getirdiğinden, on dokuzuncu yüzyılın uluslararası hukukçuları, kendi devletlerine ve ordularına uygulanacak uluslararası hukuku geliştirmişlerdir. Ancak bu, devletsiz ve ordusuz kalmış, sömürgeleştirilmiş halka uygulanacak olan hukuk değildir. (Aslında on dokuzuncu yüzyıl hükümetleri bu uluslararası savaş yasalarına, askerlerini kendi tahakkümüne karşı çıkan sivillerden korumak adına önayak olmuştur.) Tıpkı 19. yüzyıl sömürgecilerinin açıkça “medeni” ve “ilkel” toplumlar ayrımını gözetmesi gibi, birçok sömürgeci hukukçu da “barbarların” asker-sivil ayrımı yapmadıklarını ve bu nedenle hukuk dışı savaş pratikleri sergilediklerini iddia etmiştir. Gerçekte ise sömürgeciler asker ve sivil ayırımı gözetmemişlerdir zira sivillerin de şiddet yoluyla boyunduruk altına alınması, sömürgeciliğin tabiatında vardır. Sömürgeci hukukçular da sömürgecilik karşıtı direnişi baltalamak ve sömürgeci devletin hâkimiyetini güçlendirmek adına, devletin tekelinde olmayan “ilkel” şiddeti kriminalize etmişlerdir.

Sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe geçiş, çağdaş uluslararası hukuk sisteminin yeni-sömürgeci şiddeti mistifize etmesinde açıkça görünmektedir. Bugün halen, devlet şiddetinin a priori meşru, devlet dışı şiddetin ise a priori gayrı meşru olduğu miti çağdaş uluslararası hukukta kabul edilir. 19. yüzyıl hukukunda “ilkel savaş” olarak nitelendirilen bu direnişler, çağdaş hukuk sistemlerinde “terörizm” kavramı şeklinde yeniden ifadelendirilmiştir. Gerçekten de küresel Kuzey’in “terörizm” yaftalamaları, sömürgecilerin “ilkel şiddet” kavramından ayrı düşünülemez. Yeni-sömürgeci devletler uyguladıkları şiddeti “milli güvenlik”, “terörle mücadele” ve hatta “insani müdahale” sloganlarıyla etiketlemektedirler. Bu şiddeti orantılı ve meşru olarak tanıtsalar da, “terörizm” olduğunu iddia ettikleri şiddet biçimlerinin aynılarını daha sık kullanmaktadırlar. Aslında bu devletler, yeni sömürgeleştirdikleri toplumlara uyguladıkları üst düzey şiddeti ve baskıyı çarpıtmak için “terörizm” korkusunu yaymaktalar. Özellikle devlet dışı grupların teknik kapasiteden yoksun olduklarından dolayı, sistematik şiddet veya soykırım uygulayamamaları dikkat çekici bir meseledir. Benzer şekilde, sömürgecilik karşıtı grupların hedefi genellikle sömürgecileri yok etmek değil, toplumlarını sömürgecilikten kurtarmaktır. Kısacası, yeni-sömürgeci devletler onlara direnen sömürgecilik karşıtı gruplardan kat be kat daha yıkıcıdır. Buna rağmen uluslararası hukuk sistemi yeni sömürgeci şiddeti çarpıtmaktadır. Her ne kadar -başta özgürlük ve kendi kaderini tayin hakkının tanımlanması konusundaki çelişkiler nedeniyle- Birleşmiş Milletler terörizmi hukuken net bir şekilde tanımlamamış olsa da soyut bir kavram olarak “terörizm”i yasaklamaktadır. Çağdaş uluslararası hukuk muğlak bir “aşırı devlet şiddeti”ni de (yani soykırım veya savaş suçlarını) yasaklamaktadır. Böylelikle çağdaş uluslararası hukuk, “aşırı devlet şiddeti” ile devlet dışı grupların silahlı direnişi kapsamına girmeyen bir şiddet temeli olan “devletin olağan, gündelik şiddeti”ni mistifize ederek bu tür bir şiddetin uygulanmasının önünü açmaktadır.  

Sömürgecilik ve Yeni-Sömürgecilik: Siyonizm Örneği

Modern uluslararası hukukla iç içe geçmiş bir sömürge ideolojisi olan Siyonizm, sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe geçişin tarihsel kanıtlarındandır. On dokuzuncu yüzyılda, Siyonist hareket başladığında, Siyonistler, 1891 tarihinde kurulan Yahudi Sömürgecilik Derneği (JCA ya da ICA) ve 1899’da kurulan Yahudi Sömürge Ortaklığı’nın bağış kampanyaları aracılığıyla sömürgeci emellerini açıklamışlardır. Çoğunlukla Siyonist hareketin kurucusu olarak anılan Theodor Herzl (ölüm: 1904), The Jewish State [Yahudi Devleti] (1896) adlı eserinde şöyle yazar: “Büyük Güçler, kendilerini tarafsız bir toprak parçası üzerindeki egemenliğimizi kabul etmeye gönüllü olduklarını beyan ederlerse, Dernek bu toprağa sahip olmak için müzakerelere girişebilir. Artık geriye düşünmek için iki vatan kalıyor: Filistin mi? Yoksa Arjantin mi? Yahudilerin kademeli olarak sızması gibi hatalı bir ilkeye dayanmasına karşın, her iki ülkede de sömürgeciliğe dair önemli tecrübeler edinildi.” Bu metin boyunca Herzl Siyonistlerden sömürgeciler olarak bahseder. Herzl’in ölümünün üzerinden on yıldan biraz daha zaman geçtikten sonra, 1917 Balfour Deklarasyonu ile Filistin’deki İngiliz sömürgecileri bayraklarını Siyonist sömürgecilere devretmiştir. Siyonist düşünür Vladimir Jabotinsky ise The Iron Wall [Demir Duvar] (1923) adlı eserinde şunları söyler: “Siyonist sömürgeleştirme, en sınırlandırılmış hâliyle bile olsa- ya sona erdirilmeli ya da yerel halkın iradesine rağmen sürdürülmelidir. Dolayısıyla bu sömürgeleştirme ancak ve ancak yöre halkının hiçbir şekilde kıramayacağı, adına ‘demir duvar’ diyebileceğimiz bir güç kalkanının ardında sürdürülüp geliştirilebilir. Bizim Araplara yönelik politikamızın tamamı işte budur ve bunu başka bir şekilde formüle etmek ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.” Jabotinsky’nin demir duvarı, sömürgeciliğin askeri tahakküm fonksiyonuna karşılık gelir. 1947’de BM Genel Kurulu, bir taksim planı ile birlikte Siyonist sömürgeciliği onayladı. Taksim planında (yerli Filistinlilerle karşılaştırıldığında azınlıkta olan) Siyonistlere Filistin’in yüzde 56’sının verileceği öngörülüyordu. Böylece uluslararası hukukta Siyonist sömürgecilik meşru bir zemine oturtulmuştu. 

            Neredeyse eş zamanlı olarak, küresel Güney’de birçok toplum, sömürgeci devletler karşısında resmi bir bağımsızlık arayışına girerek bu bağımsızlığı aşama aşama elde etmeyi başarmıştı. Daha öne de değinildiği üzere, sömürgeciliğin yerini “post-sömürgeci milliyetçiliğe”e bıraktığı söylense de aslında burada yeni-sömürgeciliğe geçiş söz konusuydu. On dokuzuncu yüzyıl sömürgeciliği modası geçmiş ve savunulamaz hâle geldikçe, Siyonistler giderek daha şiddetli bir biçimde kendilerini milliyetçi bir hareket olarak etiketlemeye başlamışlardır. Başka bir ifadeyle Siyonistler, Filistin’in yerleşimci sömürgeleştirilmesinde açığa çıkan yeni sömürgeci anlayışlarını çarpıtmak adına milliyetçi söylemi ve Avrupa antisemitizmini kullanmışlardır. 1948’de Siyonistler, binlerce Filistinliyi katlederek, 750.000’den fazla Filistinliyi sınır dışı ederek ve 530’dan fazla Filistin köyünü yok ederek Filistin’de etnik temizlik yapmışlardır. Birleşmiş Milletler her ne kadar 1948’de, 194 sayılı kararında, Filistinlilerin geri dönüş ve tazminat hakkını tanımış olsa da 1949’da İsrail’i üye devlet olarak kabul etmiş, onu “barışsever bir devlet” olarak çarpıtmış ve Filistin’in işgal edişini, nüfusunun yüzde 78’ini etnik temizlikten geçirmesini göz ardı etmiştir. İsrail’in böylece uluslararası alanda tanınması, “demokrasi” ile birlikte anılmasını ve yeni sömürgeci anlayışının misitifze edilmesini sağlamıştır. 

Uluslararası Hukuk, Şiddet ve Siyonist Sömürgecilik

Daha önceki sömürgecilik biçimlerinde olduğu gibi uluslararası hukuk, Siyonistlerin sistemik yeni-sömürgeci şiddetini de çarpıtmaktadır. İsrail’in kuruluşunu takip eden yıllarda, Filistinliler üzerindeki askeri yönetim, komşu devletlerdeki askeri saldırılar, işgal, zorla göç ettirme, periyodik katliamlar, toplu cezalandırma ve sistemik baskı ile yeni-sömürgeci şiddet devam etmiştir. Daha önceki sömürgecilik biçimlerinde olduğu gibi Siyonist yeni sömürgecilik de, özellikle ileriki yıllarda uluslararası hukuk tarafından resmi olarak yasaklanacak olan (BM Kararı, 242) 1967 işgallerinden sonra, kazançlı çıktı. “Post-sömürgeci devletler” kavramının yeni-sömürgeciliği misitifze etmesi gibi “post-sömürgeci” uluslararası hukuk da yeni-sömürgeci şiddeti mistifize etmektedir. 1983 yılında BM Genel Kurulu, post-sömürgeci taleplere yanıt olarak 38/17 sayılı kararı ile sömürgeciliğe karşı kendi kaderini tayin etme ve silahlı direniş hakkını resmen tanımıştır. Bu sırada İsrail ise yeni-sömürgeci şiddetini “terörle mücadele” olarak etiketlemek suretiyle büyük kazançlar elde etti. Post-sömürgeci (gerçekte yeni-sömürgeci) devlet modelini ve uluslararası hukuk terminolojisini benimseyen Oslo Anlaşmaları (1993), İsrail’in Filistin direnişini kriminalize etmesini kolaylaştırdı ve yozlaşmış bir çeteyi Siyonist sömürgeciliğin taşeronu haline getirdi. Uluslararası hukuk Filistin’in sömürgeleştirilmesini ve yeni-sömürgeleştirilmesini böylece kolaylaştırdı. 

            Uluslararası hukukun gelişmesiyle Siyonist sömürgecilik zamanla daha şiddetli bir hâl almış, envai çeşit sömürge teknolojisinin icadıyla desteklenmiştir. İsrail “milli güvenlik” kisvesi altında Batı Şeria’yı bir açık hava hapishanesine, Gazze’yi ise gıda kıtlığı, ambargo ve periyodik katliamlar gibi insanlık dışı muamelelerin hüküm sürdüğü bir toplama kampına dönüştürmüştür. 2018’de Gazze toplama kampında hapsedilen Filistinliler (ki bunların yüzde sekseninden fazlası 20. yüzyılda Siyonistler tarafından sınır dışı edilen mültecilerden oluşmaktadır) kendilerine kâğıt üzerinde tanınan uluslararası hukuki haklarını talep ederek, hapishane çitlerine doğru “Büyük Dönüş Yürüyüşüne” başlamışlardı. İsrail ise bu barışçıl yürüyüşe çocukları, engellileri, sağlık görevlilerini ve gazetecileri dahi hedef alarak acımasızca karşılık verdi. Yeni sömürgeci Siyonist devlet, sömürgeleştirme karşıtı direnişleri (silahlı olsun olmasın) “terörizm” yaftasıyla çarpıtıp kendi orantısız şiddetini ise “meşru savunma” olarak lanse etmektedir. Siyonist sömürgecilik, başlangıcından bu yana uluslararası hukuk açısından neredeyse hiç yankı uyandırmamıştır. Uluslararası hukukun sömürgeci sistematik şiddeti ele alabileceğine dair ilk gösterge ise 2022 tarihli 77/247 sayılı BM Genel Kurul kararı olmuştu. Bu kararda Uluslararası Adalet Divanının “Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkının İsrail tarafından süregelen ihlali”ni soruşturması istendi. Filistin’e ve Filistinlilere uygulanan uluslararası hukukun tarihi göz önüne alındığında şüpheci yaklaşmak için pek çok neden var. Günümüzün en büyük yeni-sömürge gücü olan Amerika Birleşik Devletleri, yerleşimci-sömürge projesi olan İsrail’e uluslararası hukukun yaptırım uygulamasını istikrarlı bir şekilde engellemekte. İnsanlık dışı koşullara ve sömürgeci devletin sistemik şiddetine maruz kalan birinin gözünde, çağdaş uluslararası hukuk bir aldatmacadan, yeni sömürgeciliğin mistifize edilmesinden ibaret olsa gerektir.

Yeni-Sömürgeci Soykırım: Filistin’in Bugünü

19. yüzyıldan bu yana “medeni” ve “ilkel” şiddet arasındaki ayrım, sömürgeciliği frenleyen bir mit olagelmiştir. Bugün yeni-sömürgeci Siyonist devlet yine yerli Filistinlilere karşı kasten soykırım uygulamaya, Filistin direnişini çarpıtmaya ve yine devlet dışı gruplar veya düşman bir devlet tarafından uygulansa “terörizm” olarak nitelendireceği şiddeti kendisi uygulamaya devam etmekte. İsrailli hükümet yetkilileri, sivil halka yiyecek, su, elektrik ve yakıt vermediklerini ve amaçlarının Gazze’yi ortadan kaldırmak olduğunu açıkça itiraf etmekte. Bu yeni sömürgeci devlet yaklaşık 25.000 sivili öldürmüş, yaklaşık iki milyon insanı sürmüş, Gazze’nin altyapısını büyük ölçüde yok ederek burayı yaşanamaz hale getirmiştir. Ekim 2023’ün başlarından bu yana yeni sömürgeci devlet Batı Şeria’da binlerce Filistinliyi tutuklamış, binlercesini de öldürmüştür. Bu yeni sömürgeci devlet; Filistinli rehinelere karşı işlenen tecavüz ve işkence suçlarının sorumlusu olup, onlardan yiyecek ve suyu dahi esirgemektedir. Bu devletin sponsoru olan ABD ise İsrail’e ardı arkası kesilmeyen silah tedarikine ve “meşru savunma” safsatasını sürdürmeye devam etmekte. Soykırımın başlamasından yaklaşık iki ay sonra BM Genel Kurulu ateşkes, BM yetkilileri de savaş suçlarının soruşturulması çağrısında bulundu. Yine burada da uluslararası hukukun devletin istisnai şiddetine odaklandığı ve sistematik şiddeti görmezden geldiği göze çarpmakta. 

            İstisnai şiddet de sistemik şiddet de egemenliğin ve toprak hâkimiyetinin tezahürleridir. Çağdaş uluslararası hukuk da yeni-sömürgeci şiddeti mistifize ederek, bu yeni-sömürgeci egemenliğin ve toprak hâkimiyetini korunmasını sağlar. Uluslararası kurumların sömürgeleştirilmiş halkların haklarını kimi zaman tanıyan ve nadiren uygulayan bu istikrarsız ve keyfi tutumu, uluslararası hukuk sistemi içindeki mücadeleleri yansıtmaz. Aksine uluslararası hukuk sistemi, sömürgeci egemenliğin sistemik şiddetini çarpıtarak yeni-sömürgeciliği mistifize etmeye çalışır. Uluslararası hukuk, sömürge egemenliğinin sona ermesi veya kaybedilen bölgelere yeniden yerleşilebilmesi için yasal bir süreç vaat etmemekte. Bu nedenle çağdaş uluslararası hukuka güvenenler üzerine düşeni yapmalı ve Siyonist sömürgeciliğin sona erdirilmesi için bir yöntem geliştirerek sistemi sömürgecilikten kurtarmalıdır. Sağlayamıyorlarsa da o zaman çağdaş uluslararası hukuk sisteminin, yeni sömürgeciliğin mistifize edilmesi adına kullanılan bir aygıttan ibaret olduğunu kabul etmeleri gerekecektir.

            Sömürgesizleştirme perspektifinden incelendiğinde, Filistin’in bir yandan sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe geçiş sürecini temsil eden bir örnek olduğunu ve diğer yandan da küresel Kuzey ile küresel Güney arasındaki ayrımı keskin hatlarla çizdiğini anlamak önem taşır. Küresel Güney’de, İsrail’in Filistinlilere karşı zalimane ve sistemik şiddet uygulayan yerleşimci-sömürgeci bir devlet olduğu fikri genel kabul görmekte. Buna karşın küresel Kuzey’de çoğunluk, 19. yüzyılın “kasıtlı” ve “istem dışı” şiddet vurgusuna ilişkin hatalı iddialarda bulunma geleneğini sürdürmektedir. Küresel Kuzey devletleri böylece, Siyonist yeni-sömürgeciliğin misitifze edilmesine katkı sunmaya devam etmektedir. Küresel Güney’de sömürgeleştirilen yerli halklar uzun zamandır bu mistifikasyona kanmamakta, küresel Kuzey’de de Siyonist yeni-sömürgeciliğin çarpıtma ve etiketleme politikalarına şüpheyle yaklaşan insan sayısı giderek artmaktadır. İsrail’e yönelik eleştirilerin sansürünü, Filistin’in ve genelde küresel Güney’in yeni-sömürgeleştirilmesinin ifşasını engellemeye yönelik bir sansür olarak okumak ve anlamak gerekmekte. Sömürgesizleştirme teorisi, tam da bu yeni-sömürgeci şiddetin aşırılaştığı noktada, teorinin ilerlemesi adına belli yöntemler ileri sürebilir. Buna göre sömürgesizleştirme; yeni-sömürgeciliğin uyguladığı şiddetin, egemenliğinin ve toprak hâkimiyetinin demistifikasyonu ile başlar. Filistin bu bağlamda yeni-sömürgeciliğin maskesini düşürmektedir. 

Bu yazı İngilizce olarak ilk Critical Legal Thinking’de, 19 Aralık 2023 tarihinde yayınlanmıştır.