Bir Direniş Teorisi

Bir Direniş Teorisi

Ekim 30, 2023 0

Costas Douzinas’ın 21-22 Ekim 2023 tarihinde düzenlediğimiz “Hukuk, Siyaset ve İmkânlar” başlıklı sempozyumumuzda yaptığı “Bir Direniş Teorisi” başlıklı konuşmanın çevirisini sunarız.


Costas Douzinas

Çev.: Dicle Demir & Ezgi Duman & Yusuf Enes Karataş

İnsanlık itaatsizlikle başlar. Âdem ve Havva Tanrı’nın buyruğuna karşı gelir ve Cennet Bahçesi’ni terk ederek gözyaşı vadisine giderler. Prometheus, Olimpos Tanrılarından ateşi çalar ve yazı, matematik, tarım, tıp ile birlikte uygarlığı başlatarak insanlara verir. Freud’a göre Oidipal cinayet ve soy katillerinin üzerine çöken suçluluk duygusu, emir ve yasaklardan oluşan bir ahlakın yaratılmasına yol açmıştır.

İnsan itaatsizlik, meydan okuma, direniş eylemleri içinde doğar. “Sadece insan değil” diye yazar Aziz Pavlus Romalılar 7:7’de: “Öyleyse ne diyelim? Yasa günah mıdır? Tanrı korusun. Yasa, ‘Göz dikmeyeceksin’ demeseydi, şehveti bilmezdim.” Tanrılar ve mitolojik yasa koyucular bize yasayı vermek, göz dikmememizi buyurmak için yaratılmıştır. Ve bizi insanlığın alameti farikası olan arzuya getiren de tam olarak bu yasa, bu yasaktır. Günah, yasanın ihlali; insanı yaratır ve ilahi olanla insani olan arasındaki uçurumu kapatır.

Moderniteye dönecek olursak, kölelerin özgürleştirilmesi, genel oy hakkı, emeğin acımasızca sömürülmesine getirilen kısıtlamalar, kadınların ve azınlıkların tanınması ve haklarının genişletilmesi gibi sıradan kabul ettiğimiz özgürlüklerin çoğunun sebebi; suçlu, deli ve kışkırtıcı olarak kınanan direniş ve itaatsizliktir. Son iki yüzyılın tarihinden doğrudan eylemi çıkarın, dünyamız hala Hobbesvari bir kâbusun parçası olurdu. Direniş rejimleri, anayasaları ve yasaları değiştirdi; bugün kanıksadığımız reformların ve hakların hayata geçirilmesini sağladı. Direniş olmasaydı genel oy hakkına, kadınlara oy hakkına, temel işçi haklarına ve sosyal güvenliğe sahip olamazdık.

Direniş ne zaman ortaya çıkar, nasıl işler, hiç başarılı olabilir mi? Yorumlarımı, önceki kitaplarımda geliştirildiğim ve güncellediğim, direnişe ilişkin 7 tez doğrultusunda açıklayacağım. 

Tez 1

Direniş, her ilişkiyi etkileyen fiziksel bir varlık yasasıdır. İktidar gibi direniş de bir ilişkidir, insanlar ve nesneler arasındaki bir dizi etkileşimdir. İktidar dengelerini sürekli olarak değiştirir, güç asimetrilerini bozar ve katılımcıların konumunu sürekli olarak yeniden tanımlar.

Direniş her iktidar ilişkisinin varoluş koşuludur, dışarıdan gelen bir güç ya da şiddet değildir. Gilles Deleuze’ün Foucault’yu yorumlarken ifade ettiği gibi “iktidar üzerine söylenebilecek son söz, direnişin ondan önce geldiğidir”.

Tez 2.

Direnişler yerleşik, yerel, somut ve çok biçimlidir. Benzersiz bir iktidar dengesine tepki olarak ortaya çıkar, bir duruma ya da olaya karşılık verirler.

Bu nedenle evrensel ilkeler geliştirmek zordur. Bununla birlikte, farklı iktidar alanlarındaki ortak eğilimler benzer tepkilere yol açabilir.

Bu yerel faaliyet, siyasi direniş vakalarının çoğunda kendini göstermektedir. Birkaç örnek verelim:

Erken modernitede, Luddites ve Diggers tarafından makinelerin tahrip edilmesi ve sabotajlar, geleneksel beceri ve zanaatların kapitalist yıkımına tepki olarak ortaya çıkmıştır. 

Günümüzde neoliberalizmin piyasanın kurallarını bütün toplumsal faaliyetlere dayatması, müştereklerin yeniden inşasına yönelik taleplere yol açmıştır.

Aşırı borçlanma geri ödeme grevlerine yol açar. Çalışma saatlerinin azaltılması talebine karşı emek yoğunlaştırılır. Göçün yasaklanması; sınırların kaldırılması, ülkedeki herkes için vatandaşlık hakları, asgari evrensel gelir taleplerine yol açar. Ülkedeki herkes, o devletin vatandaşlarının sahip olduğu tüm haklara sahiptir.

Kapsamlı devlet gözetimi, bilgisayar korsanlığı, Wikileaks ve polis şiddetini kaydeden vatandaş gazeteciliğine yol açmıştır.

Dolayısıyla direniş yereldir, somuttur, bulunduğu yer ve bağlamdaki duruma tepki verir.

Tez 3

Direniş, tepki ile eylemin, ret ile tasdikin karışımıdır.

Tepkisel direniş, gelinen noktayı korur ve onarır. Aktif, yeni kurallar, kurumlar ve konumlar icat etmek maksadıyla düşmanın silahlarını ödünç alır, onları taklit eder ve bozar.

Muhaliflerin yarattığı yeni konfigürasyonlar da iktidar tarafından üstlenilebilir ve direnişten yönetme kombinasyonlarına geçebilir.

Birkaç örnek sunayım.

Merkezi devlet 16. yüzyılda ortaya çıktığında ilk görevi üretken ve uysal nüfuslar geliştirmekti. Haklarından mahrum çiftçiler kent merkezlerine taşındıkça, yükselen burjuvazi için büyük tehdit olan ayaktakımına dönüştüler. Devlet buna aniden başlayan bir baskı gösterisiyle karşılık verdi. Siyaset felsefesi ve hukuk, raison d’etat‘a karşı direnişler geliştirdi.

16. yüzyılda aşırı güçlü devlete tepki olarak gelişen tabii hukukçu teoriler ve toplum sözleşmesi teorileri, iktidarın yönetilenlerin rızasına dayandığını iddia ediyordu. Hukuk düşüncesi, bireysel hakların egemenliği sınırladığını, rasyonelleştirdiğini ve meşrulaştırdığını iddia eder. Egemenlik ve haklar sıfır toplamlı bir oyunun içindedir; ne kadar çok hakka sahipsek, egemenin iktidarı o kadar zayıf olur. Ancak bu analiz, iktidarın biyopolitik mutasyonunu idrak edemiyor.

19. yüzyıldan itibaren hayat siyasallaştı ve devlet tarafından ele geçirildi. Biyopolitika, doğum, ölüm ve hastalık oranları, ortalama yaşam beklentisi vb. ile nüfusun yaşamını kontrol etmeyi ve düzenlemeyi amaçlar. Biyoiktidar bireyleri değil, nüfusları ve sınıfları işlemden geçirir. Bireysel hakları saptıran devlet politikalarını paylaştıran cinsiyet, ırk, yaş, yetenek vb. sınıflandırmalara göre yaşayan varlıklar ve bir nüfusun üyeleri olarak yönetiliyoruz.

Özgürlükler ve çıkarlar olarak haklar, 19. yüzyılda biyopolitikanın toplumsal ve ekonomik işleyişiyle bütünleştirildi. Hakkın yapısı, doğuştan gelen ve doğal olandan, faydayla meşrulaştırılan bir özgürlüğe dönüştü. Devlet, çıkarların örgütleyicisi haline geldi ve haklar artık mantığın bir parçası oldu. Liberal hükümet biçimi için, kendi kendini sınırlama, homo economicus‘un ekonomik mantığına ve hesaplamalarına dayalı olarak hukuki değil olgusaldır.

Bu haklar askıya alındığında, ciddi şekilde sınırlandırıldığında veya ortadan kaldırıldığında, yasal haklar adına iktidara direnmek ya etkisizdir ya da ters etki yapar. Muhalifler, hem egemenlikten hem de biyopolitik kontrollerden uzak olan başka bir hak biçimi kullanırlar. Bu hak, insanların bağımsızlıklarını ve dayanışmalarını kabul edilebilir özgürlüklerin sınırlarının ötesinde ifade etmesiyle ortaya çıkar.

Yurttaşlar dayanışmayla birbirine bağlıdır, ortak özellikleri ise iktidar tarafından yönetilmeleri, hükmedilmeleridir. Bu ortaklık, hükümet ve politikaları başarısız olduğunda uygulanan farklı bir hakkın temelini oluşturur. Alternatif bir terim olmadığı için buna “hak” diyoruz; bu yasal ya da ahlaki bir hak değil, biyopolitik bir haktır.

Bu haklar, halkın bu kadar aşırı ve yanlış yönetilmek istemediğini kamusal olarak beyan etmesi ve buna göre hareket etmesiyle ortaya çıkar. Bunlar yönetilenlerin, hükmedilenlerin haklarıdır, onların bağımsızlıklarını ve dayanışmalarını temel alırlar.

Bu haklar iktidara karşı savunmalardır ancak insan haklarının aksine ne doğal ne de yasaldırlar. İnsanlar protesto edip kendilerini savunmaya çalıştıklarında ya da isyan edip güç dengesini değiştirmeye çalıştıklarında yaratılırlar.

Tez 4

Direniş öznellikleri değiştirir ve yeni kimlikler inşa eder. 

Bireysel ve kolektif öznellikler iktidar ilişkileri içinde ortaya çıkar. Özneler her zaman egemen güçlere tabi kılınır, boyun eğdirilir. Direnişler özneyi çözer ve yeniden yönlendirir. Bireysel düzeyde, isyan benliğin temelinde yatar. Freud için mutluluk isyan pahasına vardır. Engeller, yasaklar ve kısıtlamalar olmadan; yasalar, emirler ve yaptırımlar olmadan haz yoktur. Haz ilkesi benliği uyum sağlamaya, yasalara itaat etmeye, toplumsal düzene uymaya çağırır. 

Ancak nasıl gecenin gündüzü  doğuruyorsa dünyaya uyum sağlamak da yasakların çiğnenmesiyle birlikte gerçekleşir. Baba ve yasa ile simgelenen iktidar ilkesine karşı Oidipal isyan, benliğin bağımsızlığını temellendirir. Bireyin özerkliği isyan pahasına ortaya çıkar. İsyanın yolunu açan yasal ve toplumsal engeller, benliğin özerk olgunluğa ulaşmasını sağlar. 

İsyan da haz ilkesinin ötesinde, daha karanlık ve zamansız dürtülerin bir parçasıdır. Bastırılmış travmanın geri dönüşü ya da ölüm dürtüsü, direniş repertuarının bir parçasını oluşturur. Direniş hem bireysel hem de kolektif kimlikler için gereklidir. Normalleştirici biyopolitik düzenimiz kontrol eder, marjinalleştirir ve dışlar. Bireysel ya da siyasi isyan, dışlanan, hükmedilen ve ezilenlerin kaçınılmaz aracıdır. Kimliğimizdeki bölünmeyi fark ettiğimizde yeni özneler haline geliriz, “içimdeki yabancı ortaya çıkar”. Varlığım teklediği için, kimliğim bölündüğü ve tamamlanamadığı için, normalliğin tikelliğinden direnişin evrenselliğine geçerim.

Kimliğimizdeki boşluğun bizim suçumuz ya da başarısızlığımız değil, daha geniş yapısal sorunların bir belirtisi olduğunu fark ettiğimizde özne oluruz. Bir işsiz, durumunun sosyo-ekonomik sistemin hastalığının bir semptomu olduğunu fark ettiğinde; bir sans papiers göçmen, durumunun insanları tam insan, daha az insan ve insan olmayan olarak ayıran siyasi ve hukuki bir sistemin semptomu olduğunu fark ettiğinde, bir eşcinsel cinselliğinin bastırılmasının bedenleri disipline eden ve kontrol eden bir sistemin semptomu olduğunu fark ettiğinde direnişin özneleri haline gelirler. Evrensel olanın tarafına geçerim çünkü tikelliğim başarısız olur. Günlük rutin kimliğimizin olumsuzlanması ve başarısızlığa uğraması, direnişin evrenselliğine giden yolu açar. Risk ve sebat içerir, direniş özgürlüğe cesaret etmektir. 

Tez 5

Direniş bir zorunluluk değil gerçekliktir, bir zorunluluk değil bir gerekliliktir.

Direniş basitçe değer ve ilkeleri uygulamaz ve öngörülebilir bir yoğunlaşma ve patlama noktasına sahip değildir. 

Sadece bir şey adına direnmeyiz. Direniş, ezici bir adaletsizlik duygusuna verilen bedensel tepkidir; acıya, açlığa, umutsuzluğa karşı önüne geçilmesi neredeyse imkânsız bir tepkidir. 

“Nasıl böyle yaşayabilirim?” sorusu bir inanca dönüştüğünde, “Böyle yaşamaya devam etmeyeceğim” dendiğinde direniş gerçekleşir. Fikirler direnişin nedeni değil sonucudur. Adalet, eşitlik ya da dayanışma direniş sayesinde hayatta kalır ya da direnişin yokluğu sebebiyle yok olur.

Klasik Yunan’da logos başlangıçta yönetici yaşlıların ve rahiplerin iddialarına karşı felsefi bir silahtı. İsa’nın öğretileri Roma İmparatorluğu’na karşı Yahudi direnişinin bir parçası olarak başlamıştır. Erken dönem Hıristiyanlık, imparatorluk karakteri taşıyan küresel bir dine dönüşmeden önce küçük ve zulüm gören bir mezhepti. Bireysel haklar, evrensel hukuk ve ahlak ilkeleri haline gelmeden önce siyasi yönetimden dışlanan Avrupalıların yasal talepleri olarak başlamıştır. Bugün ise paradoksal bir şekilde hem geç kapitalist imparatorluğun ideolojisi hem de muhaliflerin çığlığıdır. 

Hükümet, vatandaşlarının refahını garanti altına alma görevini üstlendiğinde, bireylerin çektiği acılar, gücü elinde tutanlara karşı ayağa kalkma ve konuşma konusunda mutlak bir hak doğurur. Sadece insanlar direndikleri ve devletin keyfiliğine ve şiddetine karşı bir savaş çığlığı olarak haklara başvurdukları için haklar hayatta kalır. Yasalar ve haklar, insanlar kendilerini savundukları için var olur ve yetkililer tarafından saygı görür. Halkın eylemi olmadan hiçbir anayasa ya da yasa onları güvence altına alamaz. Normatif talepler genellikle yerel tahakküm ve baskıya direnme stratejileri olarak hayata başlar.

Bu, kişinin sadece eğitim veya ideolojik eğitim yoluyla bir direniş öznesi haline gelemeyeceği anlamına gelir. Aşk ve devrim, bir mucize ya da deprem gibi ansızın gelir. Bir darbe gibi insanın kafasına vurulurondan sonra hiçbir şey eskisi gibi kalmaz. Ayaklanmaya ya da işgale katılmak, ideolojik bağlılıktan bağımsız olarak, ideolojik pedagoji ya da endoktrinasyondan daha önemlidir. Gezi Parkı’nda bir protestocu bana, çevik kuvvet saldırısı sırasında küçük kızıyla birlikte kendini ilk kez işgalin içinde bulduğunda korkudan felç olduğunu söyledi. Sonra insanlar hem anneyi hem de çocuğu geri çekip onlara su ve koruyucu maskeler vermişler. İlk tepkisi, yabancıların şefkatli dokunuşlarına alışık olmadığı için onları itmek olmuş. Ancak insanların yardım etmeye çalıştığını anladığında ve dayanışmanın gücünü hissettiğinde korkusu geçmiş ve her akşam işgale geri dönmüş.

Tez 6

Direniş ve onun öznesi, direnme hakkının kullanılmasıyla ortaya çıkar.

Direnme hakkı felsefe ve yasalar tarafından yasaklanmış olsa da bastırılmış gibi geri gelmeye devam ediyor. Dolayısıyla direniş bir zorunluluk değil bir olgu olsa da, direnme hakkı en eski, hatta tek doğal haktır. Ancak yasal haklardan ve insan haklarından farklıdır.

Peki yasal hak nedir? Meşrulaştırılmış ve uygulanabilir iradedir. 

Örneğin mülkiyet veya ifade hakkının kullanılması tek bir kaynağa, hak sahibinin iradesine ve tek bir gerekçeye, hakkın kanun tarafından tanınmasına dayanır ve hak sahibinin iradesini harekete geçirmeye ve dünyayı şekillendirme yeteneğine etki eder.

Siyasi hakların bireysel mülkiyet üzerindeki modellemesi ve eşitsiz etkileri, işleyişlerini kirletmiştir. Bu noktada, hakkın kaynağı olan bireysel irade ikiye ayrılır: Yasa tarafından kabul edilen ve meşrulaştırılan irade ve ikinci olarak, hakkın hukuk ve yargıçlarla ilgili olmadığını bilen ve bu oyunu zorlukla oynayabilen, tahakküm altında olan ve ezilenler tarafından benimsenen kolektif irade. Kolektif hak artık bir savaş çığlığı, bir mücadelenin öznel faktörü haline gelir.

Dolayısıyla hakkın iki kaynağı vardır. Yasal olarak, kabul edilmek veya yasaya yedirilmek istenen bir iddiadır. Ancak ikinci olarak hak, gücünü kendinde ve etkisini henüz sonuna kadar belirlenmemiş bir dünyada bulan kolektif bir iradedir. Bu ikinci hak, (mali, siyasi veya askeri) güç tarafından tam olarak belirlenemeyen açık bir kozmos perspektifindedir. 

Tez 7. 

Kolektif direniş politikleşir ve farklı nedenlerden kaynaklanan çok sayıda mücadeleyi ve yerel ve bölgesel şikayetleri ortak bir yer ve zamanda bir araya getirdiğinde güçler dengesini kökten değiştirmeyi başarabilir.

Direniş çağına girmiş bulunuyoruz. 2010’da başlayan küresel protesto dalgasının ne zaman geri döneceğini bilmiyoruz ama döneceğini biliyoruz. Hastalık, eşitsizlik ve tahakkümden arınmış bir dünya inşa etmeye yönelik kolektif, kitlesel kampanyalar kaçınılmazdır ve devletler ya da hükümetler tarafından durdurulamaz. 

Eleştirel hukukçular olarak görevimiz; toplumlarımızın vicdanı, bireysel itaatsizlik ve kolektif direnişin koruyucuları olmaktır. Bu, adalete iki tür adalet için başvurduğumuz anlamına gelir: içkin adalet ve aşkın adalet. Devlet ve hukuk, yasalarla belirlediği ve saygı duyduğunu iddia ettiği görev ve hakları yerine getirmediğinde içkin adalet söz konusudur. Hukukun tamamını tarih mahkemesine çıkardığımızda ve başka bir hukuk ile başka bir politika için talepte bulunduğumuzda ve harekete geçtiğimizde aşkın adaletten bahsederiz. Bazen devlet yasanın öngördüklerini yapmadığında mahkemede tartışıyoruz. Bazen de mahkemenin dışında, sizin yasalarınız ve devletiniz halklara asla adaleti ve eşitliği vermeyecek diye protesto ediyoruz. Bazen her ikisini de aynı anda yapmak zorunda kalıyoruz.