Devlet ve Sair Hususlar[1]
Ezgi Duman
Devletin ne olduğuna ve/veya olmadığına dair çok çeşitli izahatın yapılabileceği aşikâr. Bu çeşitliliğin sebebi, kimi zaman farklı açılardan kavramın tahlil edilmesiyken kimi zaman ideolojik, siyasi görüşlerdeki farklılık ve hatta karşıtlıktır. Bu yüzden, yani devlet gibi bir kavramı izah etmek içinden çıkılması bir hayli zor bir “iş” olduğundan ve aynı zamanda eleştirelliğin bir icabı olarak bu yazıda maksadım sadece devleti bir tarafıyla, kavramın tarihi menşei itibarıyla ve sınırlı şekilde olsa olsa tartışmak. Bu noktada, Ludwig Wittgenstein’ın meşhur ve veciz ifadesi, yani dilimizin sınırlarıyla dünyanın/dünyamızın sınırları arasındaki bağlantı[2] ve buna bağlı olarak özellikle devlet kavramının tarihi gelişimi ve dil oyunlarının içerisinde oynadığı rolden başlayacağım.
Krize Çare; Etat
Devlet, yani state, statos hem bir durumu hem de özlemi, hem mevcut istikrar halini hem de hukuki nizamı işaret eder. Kavramın içerisinde değişmezlik vurgusu özellikle devlet ve hükümet ilişkisi bakımından mühim bir pozisyona sahip. Status da Roma için söz konusu ve nitekim yönetici sınıflar açısından soya bağlı olarak yönetim ve temsilde yer almak, haliyle yasa yapmak ve asker olmak, senatoda görev almak manasına geliyor. Statü “zümre düzeni”, yani herkesin yerini bildiği ve hiyerarşik düzlemde sabitlendiği bir düzene de yolumuzu çıkarıyor. Ortaçağ’da vaziyet farklı; hem Jean Pierre Brancourt[3] hem de Alessandro Passerin d’Entréves[4]’nin belirttiği üzere, Ortaçağ dil dağarcığında etat/ devlet kelimesi yok. Kaldı ki bu kavramı yeniden gündeme getirme çabası içerisindeki düşünürler Roma’nın mirasçısı olma niteliği taşımakta. XVI. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar Status açısından iki anlam söz konusu; sosyal küme veya küme, aynı zamanda bir topluluğun hukuki yapısı.
Buraya kadar tartıştığımız kesitte ve kullanımı içerisinde devlet kelimesinin kökenindeki veya onunla ilişkili ifadelerin devletin günümüzdeki anlamına, olsa olsa yakın bir muhtevaya sahip olduğu fark edilebilir. Bir başka ifadeyle, bugünkü dilimizde, yani dünyamızda kullanılan devlet ifadesinden nüveler taşısa da belli bir tarihi dönemeçten önce ve hatta yer yer sonra da etatın başka manalarda kullanıldığını görüyoruz. “Daha anonim ve kişileştirmeden arınmış modern devlet tasarılarının zuhur etmeye başladığı noktada, ‘Etat’ sözcüğü yeni bir anlam kazanır.”[5] Devlet kavramının günümüzdeki hâline yakın versiyonu, Roma’yı yeniden hatırlatma çabası içerisinde olan düşünürlerden Niccolo Machiavelli’de geçer. Machiavelli de diğer pek çok düşünür gibi aslında çağının, içinde yaşadığı toplumun sorunları ve çalkantılarıyla meşgul. Devlet kavramı da bugünkü anlamına hem Machivalli hem de diğer düşünürler nezdinde bu bağlamlarda kavuşmuş oluyor. Machiavelli küçük ve zayıf civitasların ortasında kalıcı bir düzen kurmak için, bu kavramı ve Roma’daki düzeni hatırlatmak için uğraşmıştır; yani Machiavelli istikrar aramış. Brancourt’nun belirttiği gibi,Machiavelli’nin maksadı genel hatlarıyla görünümü ve şekli değişse de hâkim unsurları aynı kalan kolektif bir birlik anlayışını ve böylece belirli bir toprak parçası ve halk kitlesi nezdinde gücü kullanan aygıtı, devlet kavramı nezdinde vurgulamak. Haliyle devlet, yani etat kavramının bugünkü anlamıyla çalkantılı ve istikrarsız bir dönemde kriz durumuna çare olarak tecessüm ettiğini ifade etmek mümkün. Bu bahisle en başından itibaren etat fikrini savunanlar bir kalıcı düzen ve istikrarsızlığa son verme maksadını, tek kişinin, bir yöneticinin kaderine gerek kalmadan, güçlü bir organizasyonun varlığına bağlamak istediler.
Bu istikrarsızlıkların kaynağıysa din savaşlarıdır. Bu da bizi devletin hükümetten ayrıldığı ve onunla ilişkilendiği linguistik dönüşüme götürmekte. Zira devlet artık bu dönemdeki tartışmalarda dinlerin, zümre ve kan davasının taraflarının üzerinde konumlanmak zorunda olan bir şey. Etat kavramındaki sabitlik, durum ve hukuki düzen vurgularına burada geri dönmek kaçınılmaz. Zira burada sadece feodal rejim tasfiye edilip, din savaşları bitirilmedi; kalıcı, bugünden yarına değişmeyen bir düzen de inşa edilmiş oldu. İşte tam da devlet bu ihtiyaçla beraber gündeme gelir; öyle bir organizasyon olsun ki eşitler arasında birinci olmaktan öteye geçsin, dini çatışmaların, kan davası ve zümrelerin de üstüne çıkabilsin. İşte “somut ve çağa bağlı bir kavram olarak devlet” bu meselelerden ve ihtiyaçlardan dolayı, 16. yüzyılın ilk yarısı boyunca çoğul olarak ve düzen anlamında kullanılsa da dini çatışmalara bir cevap olarak ve papa yanlısı hükümdarları devirmek için gittikçe soyutlaşmaya, soyut bir kavram olarak kullanılmaya başlar. Nihayetinde kavram XVII. yüzyılda açıklık kazanır. Sözleşme teorilerinin de etkisiyle kraldan bile üstün ve böylece farklı bir yüce devlet vardır artık. Özellikle IV. Henry döneminde öne çıkan soyut anlamla birlikte topluluğun soyut ve sürekli çıkarı esası teşkil etmiş olur. XVI. yüzyılın başından XVII. yüzyılın sonuna kadar bu sözcük, etat yönetim şeklinden ziyade bir halkın yönetiminin bizzat kendisiyle, soyut egemenlik anlayışıyla hemhal hale gelir.
Etat ve Egemenlik
Bilindiği ve tartışıldığı üzere, modern devlet yasa ve kılıcın, yasa ve icraatının tek elde toplandığı devlet demek aynı zamanda. Bu çerçevede modern devletin tecessümüyle egemenlik kavramının ortaya çıkması paralellik arz eder. Burada d’Entréves’nin vasıtasıyla Jean Bodin’e müracaat edecek olursak,[6] devleti herhangi bir insan topluluğundan ayıran şey egemenlik mefhumudur. Bir devletin egemen olması hukukun kaynağı ve kullanımında tek ve en üstteki yetkili olması anlamına gelir. Zaten yukarıda yapılan tartışmalar, devlet kavramının soyutlaşması, tarafsız ve kişilik dışı bir hal alması bununla alakalı. Bodin’de, en üstün ve tek olma üzerinden izah edilen egemenlik Thomas Hobbes’ta güvenlik için ahit ve bu ahiti hayata geçirmek üzere kılıç açısından tartışılır.[7] Quentin Skinner’ın de belirttiği üzere[8] Hobbes o dönemin siyasi çalkantılarına, iç savaş gerçekliğine uygun olarak ilahi meselelerden çok “devlete neden itaat etmeliyim” sorusuna yönelmiş durumdadır. Zira ortada özel bir meşruiyet krizi vardı. Nitekim Hobbes bu itaate dair soruya yine içinde bulunduğu dönemin vakalarına uygun olarak korku üzerinden cevap verir. Hobbes’un Leviathan’ı, “yasa ve kılıç”ın aynı kişi ya da müessesede birleşmesiyle farklılaşmıştır. Egemen devlet demek bölünmüş güç odaklarının berhava edilip, gücün tekele alınmasının yanı sıra yasa ve onun icrasının da tek elde toplanması manasına gelir. Hobbes’un devlet/egemenlik düşüncesi “tabii hâl- medeni hâl” arası çatışma üzerine inşa edilmiş ve devletin misyonu medeni hâli, yani intizamı, huzur ve emniyeti tedarik etmek ve bunu da icap ederse cebren icra etmek.[9]
Ancak egemenliğin modern devlette aldığı şekil, yani mutlak, sürekli ve bölünmez egemenlik anlayışı, aynı zamanda devlet kavramının tarihi dönüşümü bağlamında da tartışılan soyutlaşmayla ilgili olarak karşımıza çıkar. Bir taraftan egemenlik tek elde toplanırken diğer taraftan kraldan, kişi ve idari kurumlardan üst ve soyut bir hale gelir. Giorigo Agamben bu meseleyi The Kingdom and The Glory’de[10] auctoritas ve potestas buna bağlı olarak krallık ve hükümet ilişkisi üzerinden anlatır. Agamben burada “hükümet ve etkili yönetim olarak iktidar”la “törensel ve ayinsel krallık olarak iktidar” arasındaki ayrımdan ve ilişkiden bahseder. Modern devletin bu özelliğine dair tartışmayı Ernst Kantorowicz’in meşhur “kralın iki bedeni”[11] kuramında da görmek mümkün. Yasaları icra eden kral ve diğer devlet yetkilileri değişseler de devlet devam etmekte. Zira devlet tüm bir devlet aygıtının kalıcı iktidarını temsil ediyor.
Martin Loughlin kamu hukukunun doğuş anını da tam olarak buraya yerleştirmekte. Kamu Hukukunun Temelleri[12] kitabında, kamu hukukunun 16. yüzyıldaki doğuşuyla egemenlik ve aldığı şekil arasında bir bağlantı kurar. Bu noktada Loughlin’e göre iki temel belirleyiciden biri siyasi iktidarın dünyevileşmesiyken, diğeri devletin hükümdardan ve toplumdan ayrışması ve ayrı bir tüzel kişiliğe sahip olması. O dönemde söz konusu ayrı tüzel kişinin mutlak egemen olması, kendi güvenliğinin ve halkın refahının sağlanması için elzem. Buradaki tekçilik bu anlamda hükümdarın kişiliğine değil, evrensel egemenlik anlayışına bağlı. Bu açıdan egemenlik mutlak olduğu gibi daimidir de.
Nitekim her ne kadar yasa ve kılıcın birliğini ve böylece egemenliği ilk etapta mutlakıyet rejimleri üzerinden tartışsa da modern devlette tek bir hükümdarın olmadığı cumhuriyet, demokrasi gibi yapılar içerisinde, kuvvetler ayrılığının olduğu sistemlerde de aslında egemenlik bağlamında temelde değişen bir şey yok. Loughlin’e göre bu çerçevede egemenlik kralın olmadığı gibi halkın da değil ve bu tarz bir mutlak ve daimî egemenlik anlayışı için mutlakiyet rejimi şart değil. Demokrasi, monarşi gibi farklı sistemler açısından da aslında modern devlet bakımından devlet ve hükümet ilişkisi aynı egemenlik anlayışına dayanıyor. Nihayetinde yönetimin pay edilmiş olması egemenliğin bölündüğü ve pay edildiği anlamına gelmez.
Loughlin “Devlet Kavramı”nı tartıştığı bölümde de iktidarların mutlaklaşmasının diğer taraftan kurumsallaşmayı da beraberinde getirdiğini, zamanla parlamento, mahkemeler, bakanlıklar gibi müesseselerin ortaya çıktığını ve böylece yönetimin aslında pay edildiğini, ancak egemenliğin pay edilemez hâle geldiğini belirtiyor. Hâliyle hem icra yetkilerinden hem de kurucu halktan azade bir devlet kavramı burada karşımıza çıkar. Kaldı ki zaten Loughlin de aslında bir noktada kavram tartışmasına girerek devlet tabirinin içerisinde kendini unutturmayan sabitlikten bahsediyor. Bu çerçevede anayasalar üzerinden de ayrıma gidiyor. Devletin tek bir Anayasa’sı olsa da ona göre bir de egemenliğin anayasası var. Devlet temelde iki sözleşmeyle kurulmuş; bir tanesi siyasi birliği sağlayan, devletin anayasasına tekabül ederken diğeri hükümet şeklini ve otoritesini yansıtan, hükümetin anayasası. Haliyle bu anayasada iktidar yasama, yürütme ve yargı olarak paylaştırılmış olsa da bu tür yapılardaki bu paylaşım siyasi değil, daha çok hukuki bir düzenlemeye göre yapılıyor ve farklı çıkar grupları da olsa, kuvvetler ayrılığı da olsa en üstün güç yine devlet. Bu noktada Loughlin, Schmitt’e atıfla[13] kurucu iktidar meselesine girer. “Kurucu iktidar kavramı siyasi birliğin taşıyıcısı olan ve iradenin açıklanması yoluyla hükümet makamını teşkil eden bir müessesenin varlığını gerektirir. Kavram, siyasi birliği yaratan anlaşma ile hükümet makamını kuran anayasal sözleşme arasında bir ayrım varsayar.”[14]
Ragion di Stato
Devlet kavramının çıkışı, sabitlik, düzen, istikrar, Machiavelli, Hobbes demişken mevzunun gelip de ragion di statoya dayanmaması mümkün olmadığı gibi etat/state kavramının kullanımının tarihi menşeine dair arayışımız sırasında, ragion di stato kavramının yaygınlaşması vakasına toslamamak imkânsız. Zira önceki bölümün başlığı her ne kadar çare etat olsa da aslında çare o dönemde de ragion di stato.
Ragion di stato egemenliğin mutlak hale geldiği sürecin bile evvelinde, 1500’lü yıllara doğru uzanacak şekilde karşımıza çıkar. 1500’lü yıllardaki özgürlük, çıkar, güç, din birliği ve nihayetinde korunma meseleleri üzerinden dönemin hem siyasi hem de düşünsel gelişimini anlatan Richard Tuck’a göre[15] o yıllarda Avrupa’da iç savaşların zafer veya anlaşmayla sonuçlanması ve siyasal birliğin sağlanması, diğer taraftan da devletlerin dış saldırılara karşı kendisini savunabileceği bir siyasal yapının, yönetimin tesis edilmesi için uğraş veriliyor. Hem içeride hem dışarıda devletin düşmanlarına karşı kendini koruyabilmesi, bu yüzden her şeyden evvel iç düzeni, uyumu sağlamak için ne yapmak gerekir sorusu gündemde. Bu noktada karşımıza ragion di stato yani “devlet aklı” veya “hikmet-i hükümet” anlayışı çıkar. Zira iç ve bununla bağlı olarak dış güvenliğin temini açısından, bir başka ifadeyle siyasi mecburiyetlerin gereği olarak hukukun ve hatta hukuka ters düşen geleneklerin de görmezden gelinebileceği düşüncesi etkili.
Burada Tuck sadece erdem değil, bir şeyi bir araya getirip hareketlendiren anlamındaki virtuedan, Stoacılıktan ve özellikle Roma’daki siyasal mekanizmadan, uyumdan esinlenildiğini söyler. Nitekim Tuck’ın atıf yaptığı erken dönem ragion di stato teorisyenlerinden biri olan Lipsius’dan başlayarak, temel mesele Roma’nın büyüklüğü ve takitist vizyona yeniden erişmek. Bu bağlamda da Lipsius’un halefleri Botero, Ammirato gibi düşünürler ve bu düşünürlerin Balzac gibi Fransa ve başkaca bölgelerdeki muadilleri veya en azından benzerleri açısından da devletin çıkarları için anayasanın yok sayılabileceği, bu çerçevede, hukuki ve ahlaki ilkelerin değil ragion di statonun ilkelerinin savunulması gerektiği düşüncesi egemen. Bu dönem Malvezzi gibi düşünürler hükümdarları, prensleri siyasi gerçeklere odaklanmaya davet eder. Bu açıdan devletin çıkarı öne çıkartılır ve bu anlamda akıl yürütmenin, hatta ahlâkın da çıkar esaslı olması gerektiği sıklıkla ifade edilir. Bu anlamda akıl her şeyden evvel, “devletin aklı” ve haliyle “kılıcın aklı”dır ve bu yüzden sağlam askeri bir yapı ve güçlü ekonomiler yaratılması hedefi gündeme getirilir. Tekrar ifade etmek gerekirse bu düşünceler dönemin siyasi tablosuyla, Otuz Yıl Savaşları, Osmanlı tehdidi gibi bir takım siyasi gelişmelerle, yani siyasi gerçeklik ve bunun neticesi olan mecburiyetlerle alakalı. Nitekim Kardinal Richelieu ve onun Balzac gibi yazarları/danışmanları kamusal faydanın mecburiyetle telafi edilebileceğinden, mecburiyetin yasa tanımayacağından sıkça bahsederler.
Nitekim ragion di stato, denilince ilk akla gelen isimlerden biri olan Machiavelli de benzer bir çıkış noktasından ve siyasi durumdan hareket eder. Düşünür için güç, siyasi bakış açısının merkezine devletin kurucu unsuru olarak yerleştirilir ve yukarıda ifade ettiğim üzere, bunun temelinde o dönemin İtalya’sında etkili olan zayıflık ve karmaşa var. Buna deva olarak Machiavelli dışarıda savunma ve saldırıyı, içeride itaat ve disiplini kotaracak güçlü bir devletin gerekliliğini vurgular. Bu öyle bir gerekliliktir ki hükümdarın bu uğurda, yani devleti ayakta tutmak maksadıyla kötü yolu seçmesinde bir beis görülmemeli. Machiavelli için siyasette ahlaki yansızlık esastır ve mühim olan nasıl olması gerektiği değil nasıl olduğudur. Siyasi mecburiyetler çerçevesinde ahlâki yargı değil somut sorunlar ve ihtiyaçlar esas alınmalı. Devlet “aklı” ya da bilimi, bu anlamda öğretisi bu noktalarla yakından ilişkili. Her şeyin üstünde olan etat/devlet mademki en yüce değer o zaman siyasi mecburiyetlerin ortaya çıkardığı, gayri- adil tutumlar, utanç verici faaliyetler bile meşru kılınabilir.[16]
Loughlin’e göre söz konusu egemenliğin mutlaklaştırılması ve tek elde toplanması süreci tabii hukuk anlayışı üzerinden meşrulaştırılır. Bu türlü bir sınırsız otoritenin meşru hale getirilmesi için gönüllülük esasının üzerinde doğması lazım. Ancak Schmitt’in Bodin’e atıfla belirttiği gibi tabii hukuk çerçevesinde egemen halkına karşı verdiği sözlerle bağlı, yani bunlardan sorumlu ; ancak burada bir “acil durum” göndermesi söz konusu. Egemen “acil durumda” verdiği sözlerle bağlı olmadığı gibi kendisinin icap edeni halka sormadan eyleme yetkisi halka sormadan “icap edeni” eyleme yetkisi de var. Tabii hukuka dayanılarak verilen söz var, fakat olağanüstü hâlde bir kesinti olur, artık egemen “kamunun çıkarı gerektirdiği için” sözlerle ve o sözlerin dayanağı olan ne tabii hukukla ne de pozitif yasayla bağlı olur, her şeyi yapabilir. Son kertede egemenlik mutlak ve sınırsızdır.[17]
Söz konusu egemenlik anlayışının günümüz hukuk devletlerine varana kadar sürdüğünü de belirtmek gerek. Poggi’nin 19. y üzyıl hukuk devletlerini anlattığı kısımda belirttiği üzere[18] modern devletler her şekilde yan yana egemen birimlere tekabül eder. Uluslararası bir takım hukuki düzenlemeler olsa da bu ancak karşılıklı bir güç dengesi oluşturulması manasına gelir ve her devlet öncelikle kendi çıkarı peşinde koşar ve gücünü kendinden alır. Haliyle hukuk devletinin de temelinde egemenlik ve ragion di stato yatmakta. Haliyle hukukla sınırlı devlet anlayışı ancak siyaset hukuk ilişkisinin ve anayasanın siyasi birliğin ifadesi olması boyutunun göz önüne alınması suretiyle doğru anlaşılabilecektir.
Yukarıda da belirttiğim üzere Schmitt’in öncelikle adını “Devlet Öğretisi” yapmak istediği, ancak sonra Siyasal Kavramı ismiyle kaleme aldığı kitabından bir yıl sonra yazdığı Constitutional Theory kitabında anayasa siyasi birliği temsil ediyor, yani hukuki bir belge olmaktan ziyade siyasi belge olarak, siyasi bütünün manifestosu olarak karşımıza çıkıyordu. İşte anayasa hukuku da bu anlamda siyasal bir birliğin ifadesi ve bu yüzden siyasi hukuk boyutu söz konusu. Neticede her anayasa bir kimlik açıklaması olarak, egemenlik, özgürlük ve bağımsızlık bildirgesi niteliğinde. Bu bildirgenin bizi götürdüğü yer dost- düşman ayrımı, bu bağlamda siyaset. Neticede Schmitt için güçlü yönetim modeli anayasa hukukunun, haliyle siyasi hukukun (/ genel kamu hukukunun) temeli.
Bitirirken; Mezar Kaçkınları
Hukuk, insan hakları vb. gibi devlet de -Schmitt’e atıfla- “somut ve çağa bağlı kavram” ve kavramın dönüşüm hatlarına ilişkin yapılacak tarihi bir takibat devlet ve hükümet arası ilişki, ragion di stato, egemenlik gibi konuları da tartışmaya tekabül etmekte. Bu yazı tam da bu tekabüliyet hâli sebebiyle yazıldı.
Liberalizmin bekçi devlet anlayış ve pratiğinin, ardından sosyal devletin nelere gebe veya mahkûm olabileceği görüldü. Neoliberalizmse serbestiyi ve hatta hâkimiyeti sadece sermayedarlara tanıyan, alt sınıflara karşı baskıcı yönü öne çıkan devletleri karşımıza çıkarmıştı. Devlet yok olmamış, yerini piyasa da almamıştı. Devlet artık daha güçlüydü ve bu güçlü, alt sınıflara yönelik baskıcı yapı daha evvel olmadığı kadar sermayeye tabi şekilde, yani şirketlerin hizmetinde, sermaye birikimine yönelik her türlü engeli parçalamak maksadıyla eyliyordu. Devamla, yani şu sıralar neoliberlizmin otoriterleşmeyle kol kola girmiş şekilde ilerlediğini sarih bir şekilde görmek mümkün. Devlet/etat geri plana çekilmek bir tarafa, otoriterleşerek öne çıkıyor. Haliyle önce liberalizm, ardından David Harvey’in ifadesiyle “gömülü liberalizm”, insan hakları ideolojisi derken mezara gömüldüğü veya etkisini yitirdiği iddia edilen bazı kavramlar, tartışmalar hâlihazırda yaşanan dünya çapındaki gelişmeler, baskıcı sistemlerin, faşist, sağ popülist partilerin yükselişiyle, “güvenlik” politikalarının, olağanüstü hâl düzenleme ve icraatlarının kurumsallaşmasıyla birlikte gittikçe popülerleşmiş görünüyor. Belli ki Machiavelliler, Boterolar, daha yakın tarihten Schmittler ve onların yol yordam göstermeye çalıştığı cümle hükümdarlar, belki de hiçbir zaman tam olarak girmedikleri mezarlarından çoktan kaçmışlar.
Mezar kaçkınlarını, hayaletleri, belki de bununla bağlantılı olarak kralları, sarayları anlatan yazar/şair denince ilk akla gelen, İtalyan şehirlerinden kültürel olarak bir hayli etkilenmiş, ragion di stato fikrinin gündeme geldiği zamanlarda İtalya’da yaşamış olan, kendi kuşağına göre daha Machiavellist sayılabilecek Shakespeare şöyle der:
“Bir sır vardır (konuşmaya kimsenin yoktur cesareti) devletin ruhunda
Nefesin ve kalemin söyleyebileceğinden
Daha ilahi bir etkisi olan.”[19]
[1] Bu yazı Aykut Çelebi’nin Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde verdiği “Devlet ve Felsefe” dersinde yapılan tartışmalardan esinlenerek kaleme alındı.
[2] Ludwig Wittgenstein, Tractatus-Logico Philosophıcus, çev. Oruç Auroba, Metis Yay., İstanbul, 2006.
[3] Jean Pierre Brancourt, “Estat’lardan Devlete. Bir Sözcüğün Evrimi”, çev. Baki Helva- Pınar Güzelyürek, Devlet Kuramı, Der. Cemal Bali Akal, Dost Yay., Ankara, 2018.
[4] Alessandro Passerin d’Entréves, “Devlet Kavramı”, çev. Başak Baysal, Devlet Kuramı, Der. Cemal Bali Akal, Dost Yay., Ankara, 2018.
[5] Brancourt, s. 179.
[6] Alessandro Passerin d’Entréves, Devlet Fikri- Siyaset Kuramına Giriş, çev. Furkan Kararmaz, Zoe Yay., İstnabul, 2021.
[7] Thomas Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2018.
[8] https://concepta-net.org/files/Image/Skinner_Interview.pdf
[9]Cemal Bali Akal, İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 2014.
[10] Giorgio Agamben, The Kingdom and The Glory- For a Theological Genealogy of Economy and Government, çev. Lorenzo Chiesa, Matteo Mandarini ile, Stanford University Press, Stanford- California, 2011.
[11] Ernst Kantorowicz, Kralın İki Bedeni, çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Bilgesu Yay., İstanbul, 2018.
[12] Martin Loughlin, Kamu Hukukunun Temelleri, çev. Dilşad Çiğdem Sever- Kıvılcım Turanlı, Dipnot Yay., Ankara, 2015.
[13] Schmitt’in bu konudaki görüşleri için bkz. Carl Schmitt, Constitutional Theory, Duke University Press, Durham- London, 2008.
[14] Loughlin, s. 191.
[15] Richard Tuck, Philosophy and Government 1572- 1651, Cambridge University Press, 1993.
[16] d’Entréves, “Devlet Kavramı”.
[17] Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat- Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm, çev. A. Emre Zeybekoğlu, Dost
Kitabevi, Ankara, 2016.
[18] Gianfranco Poggi, Modern Devletin Gelişimi, çev. Şule Kut- Binnaz Toprak, Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul, 2009.
[19] Firedrich Meinecke, Devlet Aklı- Modern Çağda Devlet Aklı Düşüncesi, çev. M. Sami Türk, Albaraka Yay., İstanbul, 2021.