Eski ve Yeni Faşizmler: Yaşar Ayaşlı ile Söyleşi
Söyleşenler: Yusuf Enes Karataş & Cevher Elgin
1. Emperyalizmin faşizmle olan ilişkisi nedir? Size göre faşizmin ön koşulları nedir ve emperyalizmle arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir?
Emperyalist aşamaya gelinmeden önce oluşturucu bazı unsurları vardı ama henüz faşizm diye bir şey yoktu. 19. yüzyılın son çeyreğinden 20. yüzyılın başına kadar uzanan dönemde tekelci kapitalizmin iç ve dış çelişkilerinin şiddetlenmesi, sistemin ilk büyük ve genel krizini yaşaması toksik bir ortam yarattı. Kapitalizmin genel bunalımı, Dünya Savaşı, 1917 Ekim Devrimi, şiddetli sınıf mücadeleleri ve faşizm birbirlerini tetikleyen olgulardır.
Faşizmin önce kapitalizmin ve emperyalizmin anavatanı Avrupa’da belirmesi tesadüf değildi. Yeni sosyoekonomik ortam döllenmesi için verimli bir üreme zemini oluşturmasa, büyük bir hızla yayılıp iktidara gelmesi mümkün olmazdı. Kapitalizmin genel krizine, finans kapitalin hegemonya ayarlarının bozulmasına ve devrim tehlikesine karşı can simidi olarak sahneye çıktı. Dolayısıyla, faşizm emperyalist savaşlar ve proleter devrimler çağına geçişle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Emperyalizm dönemine özgü yeni, agresif ve aşırı bir karşıdevrim biçimidir.
Faşizmi sadece devrim tehdidi, ekonomik kriz veya egemen sınıfların iç çatışmaları gibi tek etkene bağlayan yorumlara sık rastlarız. Oysa sosyoekonomik yapılanmanın ekonomik, politik, ideolojik-kültürel, sosyopsikolojik yönleri birbirlerini etkileyen iç içe geçmiş süreçlerdir. Bütünü kucaklamayan, tek yana odaklanan analizler eksik ve yanlıştır. Tarihsel ve uluslararası bağlamından, ekonomik temelinden, İtalya ve Almanya’da olduğu gibi mevcut tahakküm biçimini devrimci hareketi bastıracak tarzda ayarlama iç görevinden ve emperyalist savaşa hazırlanma dış görevinden kopartılmış faşizm yorumları tek taraflı olmaya mahkûmdur. Derin ekonomik ve politik kriz, hegemonya bunalımı, liberal demokrasinin çöküşü, orta sınıfların yıkımı ve psikolojilerindeki değişiklikler, devrimci hareketlerin yenilgisi aynı zincirin halkalarıdır. Bu nedenle, Marksist araştırmacılar faşizmin önkoşullarını tek bir alana bakarak değil; altyapıyı ve üstyapıyı, dolayısıyla ekonomik, toplumsal, sosyopolitik, ideolojik-kültürel, sosyopsikolojik süreçlerin tümünü ve bunların karşılıklı ilişkilerini hesaba katarak açıklarlar.
2. Almanya, İspanya, Portekiz, İtalya gibi ülkelerde, belirli krizler ve tarihi/politik gelişmeler sonrasında oluşan boşluğu devrimci hareketlerin değil de faşistlerin doldurmasının nedeni nedir? Devrimciler kendi örgütlenmeleri ve faşistlerle mücadele hususlarında ne gibi hatalar yaptılar?
Ülkemiz solunda şöyle bir anlayış var: Faşizm ilk ortaya çıktığında hemen analiz edilir, tanımı yapılır, sonra hemen ona karşı mücadeleye geçilir. Bu iş o kadar basit değil. Bu görüşte olanlar elli yıllık geçmişimizi bir gözden geçirirseler teorik, taktiksel ve örgütsel yanlışların haddi hesabı olmadığını göreceklerdir. Önümüzde faşizm ve antifaşizm üzerine yararlanabileceğimiz geniş bir uluslararası cephanelik olmasına rağmen oldu bunlar.
Faşizm tarihte ilk defa görülen bir olguydu. Tanımlanması, zamanı geçmeden etkin mücadele yollarının bulunması zaman aldı. Üstelik faşist ideoloji, bukalemun gibi her kılığa girmeyi, ikiyüzlülüğü, demagojiyi karakteri haline getirdiği için teşhisi zordu. Komintern bile bu konuda yetersiz kaldı. Buna komünist partilerin genç ve deneyimsiz olmaları da eklenince üst üste hatalar işlendi.
İtalyan, Alman, Fransa, İspanyol ve Portekiz partilerine gelince, kitabımda özellikle daha güçlü olan ilk üçünün hatalarını göstermeye çalıştım. Bunların bir kısmı partilerin genç ve deneyimsiz olmaları, faşizm fenomeniyle ilk defa karşılaşmaları gibi anlaşılır nedenlere dayanıyordu. Dünya savaşının milliyetçiliği ve militarizmi güçlendirmesini, faşizmin işini kolaylaştıracak nesnel önkoşulların oluşmasını, bazılarında solun aleyhine gelişmeleri de hesaba katıp öyle konuşmak lazım. Bu bakımdan bazıları gibi yukarıdan bir bakışla üstlerini çizmeyi doğru bulmuyorum. Hele yazarlıktan başka marifeti olmayan birtakım entelektüellerin Gramsci’yi, İtalyan ve Fransız partizanlarını, İspanyol İç Savaşı kahramanlarını, uluslararası tugayları, Alman komünistlerinin fedakârlıklarını ve Gestapo’nun zindanlarında ödedikleri bedelleri küçümsemeye hakları yok. Ernst Thalmann, G. Dimitrov hafife alınacak komünist önderler değil.
Ancak yapılması gerekenleri yapılmış gibi göstermek, kusurların üstünü örtmek de doğru değil. Sözü geçen ülke partilerinin çok ciddi hatalar yaptıkları, hatta devrim şansını kaçırdıkları söylenebilir ve söylenmelidir. Bu hatalar, faşizmin siyasi hareket aşaması, iktidara geldikten sonraki ve yıkılış dönemleri dikkate alınarak ayrıntılı olarak ele alınabilir. En önemlilerinden biri yılanın başını küçükken ezmekte geç kalınması, hareket aşamasında geriye püskürtecek bir şiddetle karşı konamamasıdır. İktidara gelmeden kitlesel direnişler mutlaka gerekliydi ama bu silahlı mücadeleyle desteklenmediği için yetersiz kaldı. İtalya’da ilk aşamada İSP’nin reformist tutumu, İKP kurulduktan sonraysa Bordiga’nın faşizmle burjuva demokrasisini bir gören umursamazlığı, Mussolini’nin totaliter aşamaya geçeceğinin öngörülememesi de ciddi hatalardır. 1945’lere doğru Togliatti kliğinin silahlı mücadeleyi iktidar mücadelesi olarak görmeyip, ABD emperyalizmi korkusuyla düzen partilerinin koalisyonuna teslimiyetçi tutumu olsun, Fransa’da süreci iyi başlatıp kötü sonlandıran Thorez’in göz göre göre iktidarı De Gaulle’e teslim etmesi olsun, ihanet derecesinde suçlardır. İtalya ve Fransa partilerinin liderleri sürece komünist olarak başladılar ama sıra iktidarı ele almaya gelince burjuvazilerinin dümen suyuna giderek partilerine ve işçi sınıfına ihanet ettiler. Almanya Komünist Partisi’nin önderliği devrimciydi. Fakat olgunlaşmamış ve yeterince Bolşevikleşmemişti. Karşı şiddet uygulamakta eksik kalması, legaliteye ve seçim yarışına ağırlık vermesi, sosyal demokratları faşistlerle bir tutması, faşizmi gelip geçici bir olgu sayıp küçümsemesi ve her şeyi silip süpüreceğini tahmin edememesi önde gelen hatalarıdır.
Antifaşist mücadelede Komintern’in ihmalinin ve hatalı yaklaşımlarının rolü az değildir. Ama baştan itibaren homojen ve istikrarlı bir varlık gösteremeyen Komintern yönetiminin içinde sağ ve sol kanatlar vardı. KP’leri yönlendirmede eksik kaldılar.
Hatalar parti önderliklerinde, illegal örgütlenmede ve silahlı mücadele alanlarında yoğunlaşmıştı. Birçok ülkede halk devrimleri başarıya ulaşırken, özellikle İtalya, Almanya ve Fransa’da fırsatların değerlendirilememesi hazindir. Başarısızlık ve yenilgi, savaştan sonra Kruşçevciliğin ve Avrokomünizmin yeşerip büyümesine ortam hazırlamıştır.
3. Faşizmin sıklıkla gericilikle birlikte anıldığını görüyoruz fakat siz bu konuya kitabınızda şerh düşüyorsunuz, bu konuyu siz nasıl ele alıyorsunuz?
Lenin, tekelci sermayenin büyüyen ve kapitalist sistemi tehdit eden proletarya korkusuyla ölen Orta Çağcıl güçleri, onların kalıntılarını desteklediğini, kapitalizmi ayakta tutmak için prekapitalist gerici mirası sahiplendiğini yazıp durdu. Gelişmeler de faşizmin kendinden önceki bütün gericiliklerin mirasçısı olduğunu gösterdi. Faşizm köleci ve feodal dönemlerin “altın çağ”larını kendine dayanak yapar. Eski çağların bazı tarihî sembollerini, ikonlarını, geleneklerini, mitlerini ve kahramanlarını kullanır. Ama bu başka şey; ideolojisi, kültürü, ekonomisi, siyaseti ile orta çağı yeniden inşa etmeye çalıştığını iddia etmek başka şey.
Ülkemizde faşizmi Orta Çağ’a, feodalizme bir geri dönüş hareket olarak yorumlayanların bir listesini çıkarırsanız, çoğunun ulusalcı olduklarını, Kemalizmle az ya da çok ortaklıkları bulunduğunu, sınıf mücadelesini hala üst sınıflardan alttakilere anti-laikler ile laikler arasında, istibdada karşı burjuva cumhuriyeti uğruna mücadele olarak anladıklarını görürsünüz. AKP iktidarının Türkiye’yi Abdülhamit, Osmanlı dönemine doğru geri götürmeye çalıştığı, sosyalistlerin bugünkü görevinin 1950’de yarım kalan Kemalist devrimi (burjuva demokratik devrimi) tamamlamak olduğu savunulur. Ülkedeki temel çelişki emek ve sermaye arasında değil, yarı feodal irticai gericilikle laik/cumhuriyetçi güçler arasında tespit edilir. Bu, sosyalizm ve devrim mücadelesini belirsiz bir geleceğe ertelemekten, laik burjuvalar ve askerler, sosyal demokratlar ile ittifaka gerekçe hazırlamaktan başka bir şey değildir.
“Yeni Orta Çağ” tezini ilk ortaya atanlar ilahiyatçı Rus filozof Berdayev, U. Eco, Alen Minc gibi gericilerdi. Faşizmi Orta Çağ’a dönüşle açıklayan yığınla Batılı liberal akademisyen var. Bizde de Mümtaz Soysal, Melih Baş gibi ulusalcılar sahiplenirken Doğu Perinçek, Yalçın Küçük teorisini yaptı. Komünist geçinen birçok yazar da AKP’nin siyasi İslamcı söylemine aldanıp utangaç bir şekilde onları takip ettiler. Geldikleri yer “Aydınlanma devrimi”, “Kemalist devrimi kaldığı yerden devam ettirmek”, “cumhuriyetin kazanımlarını korumak”, “laiklik kavgası” vs.dir. Sosyalizm bunun neresinde?
Sosyalizmden kapitalizme geri dönüşün aynısını kapitalizmden feodalizme geri dönüşe model olarak kullanmak, ikisi arasındaki farkı görmemekten ileri geliyor. Kapitalizmden feodalizme geri dönüş, 18./19. yıllarda mümkündü. Nitekim bu tür restorasyonlar da oldu. Ama çok sürmedi, tarih kaldığı yerden yoluna devam etti. Feodalizm öldü, emperyalizmden doğan faşizm ise o oldukça yaşayacaktır. Biz, Marx’ın tarihin gidişatı hakkındaki diyalektik materyalist yorumunun hala geçerli olduğuna inanıyoruz.
4. Doktrinde faşistleşme sürecini dönemler üzerinden inceleyen isimleri biliyoruz, siz de kitabınızda buna değiniyorsunuz, sizce bu süreç nasıl işliyor ve siz bu dönemlendirmeyi nasıl yapıyorsunuz?
Her ülkede faşizmin gelişmesine uygun somut dönemlendirmeler yapmak, düşmanı yakın takibe almayı, her döneme uygun taktikler geliştirmeyi sağlar. En başta, hareket olarak ve siyasi rejim olarak faşizm ayrımı yapılmalıdır. Aynı şekilde doğuş, gelişme ve iktidara geliş ve totalitarizme geçiş dönemlerini dikkate almak da analitik bakımdan gerekli ve yararlıdır.
İtalya’da ve Almanya’da faşizme erat sağlayan aşırı milliyetçi unsurlar, terhis edilmiş askerler arasından çıktı. Bunlar kapitalizmin adaletsizliklerine tepki duyan, aşağıdan protesto potansiyeli taşıyan plebyen unsurlardı. Büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin muhafızlığına, jandarmalığına soyunmaları fazla zaman almadı. Egemen sınıfların himayesine girdiler, kollandılar, beslendiler ve yönetici sınıflar kendilerini darda hissedince de iktidara getirildiler. Keza Almanya’da da Alman İşçi Partisi (DAP) lideri Anton Drexler ve Alman Ulusal Sosyalist İşçi Partisi NSDAP lideri A. Hitler baştan itibaren Reichswehr ajanı olarak hareket ettiler. Bazı kapitalistlerden ve askerlerden himaye gördüler. Güçleri arttıkça özellikle bazı Alman tekelleri tarafından finansal destek gördüler. Kriz derinleştikçe bu arttı, sonunda Hitler şansölyeliğe getirildi.
Faşist partiler henüz toplumsal bir hareketken bol vaatlerde bulundular, statükoyu “devrimci” bir şekilde dönüştüreceklerdi güya. İktidara getirildiklerinde bundan vazgeçtiler ve ilk işlerinden biri demagojik vaatlerini fazla ciddiye alan içlerindeki küçük burjuva kadroları tasfiye etmek ve eskisini aşan katı ve hiyerarşik bir sistem kurmak oldu. Bir diğer özellikleri de iktidara geldikten sonra güçleri oranında bir hızla totaliter aşamaya geçmeleriydi.
Bana göre bazı genel dönemlendirmeler yapılabilirse de bütün faşist rejimleri kapsayan çok basamaklı şemalar çıkarmak hataya açıktır. Koşul farklılıklarından kaynaklanan özgünlükleri önceden belirlenmiş bir kalıba sokmaya veya genelleyebilmek adına faşist rejimlerin sayısını azaltmaya (Poulantzas gibi) yol açabilir. Oysa her ülkede faşizmin aldığı biçim, içinde hareket ettiği koşullar, dünya konjonktürü ve sınıf güçleri dengesi farklıdır. Mesela Paxton’un beş aşamalı dönemlendirmesi bazı ülkelere, en azından askeri faşist rejimlere uymaz. Almanya farklı, İspanya farklıdır. Tarihsel faşizmin konjonktürü ile savaş sonrasınınki farklıydı. Savaştan sonra neo-faşist, neo-Nazi partiler Batı burjuvazinin kontrolü altındaydılar ama iktidara gelmelerine ihtiyaç duyulmadı. Hareket aşamasında kaldılar. Yönetenlerin gayri resmi jandarma gücü, tasmalı köpeği olarak kullanılmakla yetinildiler.
Dolayısıyla dönemlendirme tüm zamanların faşizmi üzerinden değil her ülkedeki somut örnekler üzerinden yapılırsa daha doğru olur düşüncesindeyim.
5. Faşizm hakkında yazılanlarda bu ideolojiyi sıklıkla küçük burjuva sınıfının ideolojisi olarak yorumlamayla karşılaşıyoruz, sizce bu makbul bir yorumlama biçimi mi ve büyük sermaye ile faşizm arasında nasıl bir ilişki söz konusu?
Mussolini iktidara geldiğinde zamanın birçok Marksisti, sosyal tabanına bakarak faşizmi bir çeşit “küçük burjuva devrimi” olarak tanımladı. Faşizmin iktidara üst sınıflara rağmen, tabanının öz gücüyle geldiği zannı yaratıldı. Özellikle son zamanlarda “üçüncü yol”, “devrim” gibi değerlendirmelerle bu daha da geliştirildi. Bunun, faşizm ile finans kapital arasındaki bağlantıyı karartmak, inkâr etmek için yapıldığından kuşku duymuyorum.
Marksistler, küçük burjuvazinin faşizmin kitlesel tabanı olduğunu reddetmezler. Ne var ki sosyopolitik hareketler sosyal tabanlarına bakılarak değil kimin çıkarlarını yansıttıklarına, hangi sınıfa hizmet ettiklerine bakılarak değerlendirilirler. Dolayısıyla faşizmin sınıfsal özü ile toplumsal temeli bir ve aynı değildir. Küçük burjuvazi, faşizmin sınıfsal özünü değil tabanını temsil eder. Eğer faşizm “küçük burjuva devrimi” ya da karşıdevrimi olsaydı, iktidara geldiklerinde proletarya kadar üst sınıfların da üstüne giderlerdi. Oysa ilk işleri, içlerinde “küçük burjuva devrimi” isteyen kadroları tasfiye etmek oldu.
Faşizm hiçbir ülkede tabanının inisiyatifi ve özgücüyle iktidara gelmedi. Kral, ordu, sermayenin önemli kesimleri, muhafazakâr güçler istemeseydi, Mussolini iktidara gelemezdi. Bu, Hitler için de öteki faşistler için de böyledir. Faşistleri siyasi hareket aşamasında büyüten, madden ve askeri olarak destekleyen, zamanı geldiğini düşündüklerinde ellerinden tutarak iktidara getiren egemen güçlerdir. Burjuvazi ya da devlet, hep devrimci örgütlenmelere zamanı gelince ezilecek, faşist örgütlenmelereyse az ya da çok desteklenecek, kollanacak, finanse edilecek ve gerekli görüldüğünde iktidar yolu açılacak güçler olarak bakagelmişlerdir.
6. Poulantzas’ın 3. Enternasyonal hakkındaki “ekonomizm” eleştirisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Poulantzas, Avrupa’da Avrokomünizmin tavan yaptığı bir dönemde teori yaptı. Dolayısıyla kendi konjonktürünün ürünüdür. Bu kuru bir iddia değildir. Devlet ve faşizm analizinden başlar; sosyal sınıflar, parti, devrim ve sosyalizm analizine kadar uzanır. Bu bakımdan kendi içinde tutarlıdır.
Poulantzas, Komintern’in devlet tahlilinin “ekonomizm” yani determinizmle malul olduğunu, tarihsel süreci üretici güçlerdeki değişiklikle açıklayan kendiliğindenci bir anlayışa sahip bulunduğunu ileri sürer. 3. Enternasyonal içinde determinist görüşlere sahip partiler ve önderler vardı ama bu anaakımı oluşturmuyordu. Bu mesele Marx ve Engels zamanında çözüldü diye biliyorum.
Poulantzas’a gelince bu hattan ayrılan bir yörünge izlemiştir. Formülünün birinci kaynağı, devleti “politik toplum” ve “sivil toplum” olarak iki kısma ayıran Antonio Gramsci’dir. İkinci kaynağı Louis Althusser’in “Devletin Baskı Aygıtları” (DBA) ve “Devletin İdeolojik Aygıtları” (DİA) ayrımıdır. Poulantzas kendince bunu “örgütlü fiziksel işlev” ve “ideolojik işlev” olarak geliştirir. “Fiziksel işlev”, hükümet, ordu, polis, mahkemeler, bürokrasi; “ideolojik işlev” ise kiliseler, siyasal partiler, sendikalar, okullar ve üniversiteler, medya, aile vs. olmaktadır.
Komintern’i, ilkini öne çıkarıp “ideolojik işlev”i ihmal etmekle suçlar. Egemen sınıfın iktidarının temel, üst belirleyeninin “egemen ideoloji” olduğunu düşündüğü için stratejisini buna göre belirler. Buradan İDA’nın ezenler ve ezilenler arasındaki hegemonya (ideolojik) mücadelesinin merkezi olduğu, bunu kazananın iktidarı da kazanacağı fikrine ulaşır. Dolayısıyla, siyasi-askeri mücadeleyi geri plana iter ve sivil toplumcu bir rota izler.
Marx, Engels ve Lenin’in devlet tahlilini beğenmez ama beğenmediğini söylemez. Bunun yerine Batı solunun zayıf noktadan yüklenme taktiğini izleyerek Leninist devlet ve devrim teorisini “Stalinizm” adı altında eleştirir.
Devletin ana dayanağını oluşturan ordu ve bürokrasi gibi kurumlardan, sınırları belirsiz, egemen sınıfların kontrolünde ama devletle devlet dışının sınırlarının silindiği ideolojik-kültürel alana çeker. Kapitalist devleti, liberal demokrasiyi, emperyalizmi ve faşizmi ayakta tutan asli güç kaynağını muğlaklaştırır, önemsizleştirir. Geldiği nokta, devlet ile ezilenler arasındaki sınırların silindiği gri alandır.
Bununla da kalmaz, ekonomizmin eleştirisi adına, sınıfların üretim ilişkileri içindeki konumları tarafından değil, göreli özerk varsaydığı “siyasi-hukuki düzeyde” oluştuğunu ileri sürer. Öyle olunca kapitalist toplum içindeki kökeni ekonomik-sosyal ilişkilerde gömülü sınıf mücadelesinin izini kaybeder ve siyasi üstyapı alanından reformizme uzanan bir kapı açar. “Göreli özerklik” diyerek devleti sadece ekonomiden değil, egemen sınıftan da koparır ve sınıflar üstü bir anlayışa ulaşır.
Yani sol gösterip sağ çakar. Lenin’in ve 3. Enternasyonal’in savunduğu kapitalist devlet aygıtının yıkılıp parçalanması ve iktidarı Sovyetlerin alması tezini, yani şiddete dayanan devrimi ve sosyal devrimi reddeder.
Aslında “göreli özerk” dediği devlet, kapanın elinde kalacağı düşünülen sınıflar üstü devlettir. Buradan hareketle devleti yıkmak yerine, temsili demokrasinin kurumlarından yararlanarak (parlamento, seçimler vs.) devlet içi güç dengelerini ezilenler lehine değiştirmeyi önerir. Bu, “demokratik sosyalizm”in yolu olmaktadır.
Poulantzas’ın teorisiyle pratiği uyumludur. Çanağa ne doğradıysa kaşığında çıkan da odur. Avrokomünist Yunanistan Komünist Partisi (KKE-iç) üyesidir. Allende deneyimi ve Portekiz Karanfil Devrimi’nden etkilenmesinin nedeni budur. Burjuva devlet aygıtını parçalamadan, zor kullanmadan sosyalizme (“demokratik sosyalizm”) geçilebileceğine inanıyor ve savunuyordu. 1974 yılında Kara Albaylar Cuntası’na karşı sağcı Karamanlis’i destekledi. Gerek devrim anlayışında gerekse antifaşist mücadelede proletarya iktidarını hedeflemeyen reformist çözümden yanaydı.
7. Totalitarizm, popülizm ve faşizm, sıklıkla birbirleri yerine kullanılan kavramlar; sizce burada bir problem yok mu? Bu süreç nasıl işledi ve bu şekildeki bir kullanımın ardındaki amacı ne olarak görüyorsunuz? Aynı şekilde “faşizm” kavramını kullanan liberal faşizm analizlerinin de komünizm ve faşizm gibi iki baş düşmanı ikiz kardeş gibi göstererek faşizmin meşrulaştırılmasına hizmet ettiğini düşünüyor musunuz?
Problem, bu kavramların orijinal anlamlarından değil, emperyalist/liberal/post-Marksist doğrultuda çarpıtılmalarından kaynaklanıyor. Marksistler açısından her birinin neyi ifade ettiği bellidir. Faşist diktatörlüğün son aşaması olan totalitarizm, burjuva demokrasisinin kalıntılarının ve rakip partilerin yok edilmesi, tek lider ve tek parti (“Führer ilkesi”) etrafında birleşmiş hiyerarşik devlet yapılanması, toplumun ideolojik ve kültürel olarak kontrol altına alınması demektir. Popülizm, genellikle Narodnikler gibi köylücü-komünal sosyalizm savunucuları veya egemen sınıf partilerinin halkçı demagojik söylemleri için kullanılır. Faşizm ise malum, finans kapitalin açık terörist diktatörlüğü…
Faşizmi “tüm toplumsal yaşamı tekelci sermayenin çıkarlarına göre totaliter bir şekilde örgütleme girişimi” olarak tanımlayan Hilferding’ti. Togliatti ve liberal antifaşistler 1925’ten itibaren faşist devlet yapılanmasını nitelemek için kullandılar. Bugünse totalitarizm, komünistlerin ilk kullandıkları anlamın tersine çevrilmesiyle komünizmle faşizmi, Stalin’le Hitler’i eşitleyen karşıdevrimci bir teoriden ibarettir. Soğuk Savaş mamulü antikomünist ideolojinin bir parçasıdır ve komünizmi faşizmle bir tutarak gözden düşürmek için kullanılmaktadır. “Kahverengi totalitarizm” ile “kızıl totalitarizm” birbirlerinin muadili haline getirilmiştir. Bu fikrin teorisini yapanlar F. Hayek, H. Arendt, K. Friedrich ve Brzezinski gibi emperyalist ve antikomünist sözde bilim adamlarıdır.
Faşizm kavramını tarihten ve siyaset sözlüğünden silmek için bunu izleyen başka yöntemler de kullanıldı: Faşizmin 1945’te öldüğü ve artık bir daha dirilemeyeceği, yerini otoriterizmin, illiberal demokrasinin, popülizmin aldığı gibi. Totalitarizm nasıl komünizm+Nasyonal Sosyalizm özdeşleşmesine dayanıyor idiyse, popülizm de faşist/aşırı sağ ve sol partiler özdeşleşmesine dayanıyordu. Liberal tarih yazımı bu yolla sağında ve solunda hoşlanmadığı zıt kutupları aynı kefeye koyarak şeytanlaştırmakta. Böylece yalnız faşizmin şimdiki varlığı gizlenmiyor, aynı zamanda milliyetçi, sağ popülist, otoriter gibi ikame kavramlarla ezilenlerin uyanıklığı köreltilmek ve antifaşist bilinç belleklerden silinmek isteniyor.
Sonuç olarak suyu bulandıranlar merkez medya, sağ ve sol liberaller, post-Marksistlerdir.
8. “Yeni Faşizm”de eski (biyolojik) ırkçılığın yerini yeni (kültürel) ırkçılığa bırakması “Yeni Faşizm”lerin hüviyetini ne ölçüde ve hangi doğrultuda etkilemiştir?
Biyolojik ırkçılık üstün meziyetler atfedilen ırkın üstünlüğünün yerine, Batı kültürünün diğer kültürlere üstünlüğünü geçirir. Yeni ırkçılık, ayrımcı ırkçılık ya da kültürel ırkçılık bazı kültürlerin diğerlerinden üstün olduğu için aralarında uyum sağlanamayacağı, bu yüzden de aynı toplum, aynı devlet çatısı altında yaşayamayacağı fikrine dayanır. Bazı araştırmacılara göre yeni ırkçılık, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hem Batı uluslarındaki renkli toplulukları hem de “Üçüncü Dünya” halklarını hedef almak için geliştirilmiştir. Biyolojik ırkçılığa göre daha örtük, daha sinsi olduğundan, aşırı sağdan sola kadar geniş bir yelpazeyi etkisi altına alabilecek bir kapsayıcılığa sahiptir. Genetik biliminin buluşlarını dikkate alması, eski sömürgeciliğin kaba ve dolaysız yöntemlerini terk ederek yeni sömürgeciliğin ince yöntemlerine ayak uydurması nedeniyle inandırıcılık kapasitesi yüksektir. Daha sofistike ve kapalı olduğu için hem biyolojik ırkçılığa, antisemitizme kıyasla teşhisi zordur hem de kültürel çoğulculuğa, etno-milliyetçiliğe kolaylıkla eklemlenebilir.
Batı dünyasında yeni ırkçı propaganda, beyaz orta sınıfların geleneksel değerlerinin, dışarıdan gelen ırkların/kültürlerin karışımı ile tehdit altında olduğu varsayımı üzerinde yükseliyor. Soykırımla imha şimdilik rafa kaldırılmış; yerini yabancılara, göçmenlere sınırları kapatmak, geliş yollarında, özel toplama kamplarında, gettolarda tecrit edilerek parça parça, usul usul telef etmek almıştır.
Kültürel ırkçılık, biyolojik olana karşı milliyetçilikle daha kolay bağdaşır. Etnik, dinsel kimliklerin dışlayıcı biçimleri dünyanın hemen her ülkesinde yaygınlaşma eğilimindedir. Bir yandan kapitalist ülkelerde geçim düzeyi düşüş sürecindeki işçi sınıfına gerçek düşmanı burjuvazi yerine müttefiklerine yöneltmek, bir yandan da ezilenler ordusuna mensup yabancıları, göçmenleri kriminalize etmek ve dışlamak için kullanılıyor.
Kültürel ırkçılık daha örtük olmakla birlikte düşmanlaştırıcıdır. Afrikalılar, Araplar, Hintliler öldürülmeyi, köleleştirmeyi hak eden aşağı tabaka insanları olarak etiketleniyor. Beyaz üstünlükçülerle aynı haklara sahip olmaları engelleniyor. Kültürel ırkçılar genelde antisemit değillerdir, İsrail’le ve Yahudi lobileriyle dostturlar. Naziler eskiden “Yahudiler defolsun” diyorlardı, şimdi onun yerini Araplar aldı. İslamofobi kültürel ırkçılığın en yaygın biçimlerinden biridir. “Üçüncü Dünya”lılar Batı’ya sokulmamalıdır, çünkü onlar Batı medeniyetini tehdit ediyorlar, kültürümüzün saflığını (kanımızın değil) bozuyor, melezleştiriyorlar. Çökersek bu yüzden çökeriz, diyorlar. Faşist Jörg Haider, açık açık tüm Arapların Avusturya’dan kovulması gerektiğini söylemişti.
9. Kitabınızda “Yeni Faşizm”lerin birer örneği olarak Trump, Orban, Bolsonaro ve Modi’yi ele alıyorsunuz. Elbette, sizin de aktardığınız gibi, bu isimlerin ve yönetim tarzlarının arasında belirli farklar olsa da ortaklaştıkları ve hepsini “Yeni Faşizm” başlığı altında toplamaya olanak veren hususlar nelerdir ve “Yeni Faşizm”lerin eskisinden temel farkları nelerdir?
Yeni faşizm bulunduğu ülkelere göre farklı biçimler aldı. Bolsonaro, Modi, Duterte, Erdoğan, Orban, Trump iktidarları gibi. Son zamanlarda Trump, Bolsonaro ve Duterte gitti. Filipinler’de faşist Duterte’nin yerine babadan faşist oğul Marcos geldi. İtalya’da G. Meloni geldi. Bunlara, iktidarda olmamakla birlikte, aralarında Fransa’da Ulusal Birlik, Almanya’da AfD, Avusturya’da FPÖ gibi çok sayıda merkez siyasete yerleşmiş, iktidara oynayan yeni faşist partiler de dâhildir. 21. yüzyıl faşizmi yerel, tek dinli veya gelip geçici bir olgu değil, yeni yüzyılda yükseliş trendi gösteren uluslararası bir eğilim.
İki dünya savaşının ortasında Almanya, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde görülen faşist hareketler ve devletler, keskin çelişkiler ve olağanüstü konjonktür gibi çok özel koşullarda ortaya çıktılar. Yönetenler o günkü sınıf güçleri dengesinde düzenlerini tehdit eden güçlü komünist partileri ve işçi sınıfı hareketlerini terör yöntemleriyle ezmeden, parlamenter düzeni faşist devlet biçimiyle değiştirmeden arkalarını sağlama alamaz, dünya savaşına hazırlanamazlardı. Başta Almanya ve İtalya olmak üzere Avrupa’nın hemen bütün ülkelerinde ortaya çıkan paramiliter güçler o zamana dek görülmedik vahşilikte terör uyguladılar. İktidara geldiklerinde burjuva demokrasisinin kırıntısını bile bırakmadılar.
Günümüzdeyse ne güçlü komünist partiler ve devrimci sendikalar ne de önünü alamadıkları işçi sınıfı hareketleri var. Bu, faşizmle seçimlerin ve parlamentonun bağdaştırılmasını mümkün kılıyor. Gerçi eski faşizm döneminde de böyle örnekler vardı. Bu sayede faşizmin cephaneliğinden devraldıkları manipülatif yöntemlerle kitleleri daha kolay aldatabiliyorlar. Hem de sert ve ağır tedbirlerle kriz yönetmeye meşru bir görünüm veriyorlar. Üstelik bunlar sürdürülemez olduğunda maskelerini atıp oyunu daha açık oynamalarının önünde bir engel bulunmuyor.
Liberal yazar ve siyasetçilerin “popülist” veya “otoriter”, bizim neo-faşist veya yeni faşist dediğimiz rejimlerin en dikkati çeken özellikleri parlamenter rejimin kurumlarının içini boşaltarak alıkoymalarıdır. Hileli seçimler, yetkisi budanıp yürütmeye tabi kılınmış bir parlamento ve atanmış bir yargı, yüzde doksanı denetlenen bir kiralık medya, siyasetin hizmetine alınmış ve laikliğe mesafeli bir din vs. Yeni faşistler meşruiyetlerini seçimden alırlar ama seçim şeklîdir. Kazanmak veya kaybetmemek için başvurmadıkları zorbalık, hile, yasak yok gibidir. Seçimi kaybettiklerinde Trump ve Bolsonaro gibi kazandıkları iddiasıyla sokaklara dökülmekten kaçınmazlar. Üst üste seçim kazanmaları; on, on beş, yirmi yıl iktidarda kalmaları bunun zoruyladır. Devletin baskı aygıtları, yüksek yargı ve seçim komisyonları ellerindeyken, maç devam ederken kural değiştirilebilirken, alttan çok güçlü bir tazyik olmadıkça muhalif partiler kolay kolay seçim kazanamazlar. Üstelik, parlamenter görünümlü sistemde oyun tek partiyle oynanamayacağından, rakip partilerin varlığı faşist hükümete inanılırlık kazandırmak gibi bir rol de oynar.
Hukuk kurallarını ve insan haklarını hiçe saymak, anayasayı takmamak; yalancılıkta Goebbels’e taş çıkartıp bolca yalan söylemek ve demagoji yapmak; tarihi yeniden yazmak; rakip partileri ve muhalefeti ezilmesi gereken iç düşman olarak görmek; laiklik/cumhuriyet/aydın düşmanlığı, otoriter/küstah/maço ve demagog tutumlar sergilemek ortak özellikleridir. Koyu milliyetçi, yabancı düşmanı, yayılmacı ve militaristtirler. Uygun gördüklerinde katliamlara başvurabilir, paramiliter örgüt yerine trolleri, devletin içindeki özel polis ve asker birimlerini, mafyayı kullanırlar. Kimliklerini çok açık etmeseler de eski faşist liderlere ve dönemlere hayranlıklarını belirtmekten geri durmazlar. Eski faşizmden ödünç aldıkları söylemleri, sembolleri, mitleri, militarist kıyafetleri, ritüelleri kamufle ederek günümüze uyarlarlar.
10. Terör yöntemleri ile “Eski Faşizm” arasındaki kopmaz bağ “Yeni Faşizm”lerde de olduğu gibi sürüyor mu yoksa “Yeni Faşizm”in müesses nizam ve liberal demokrasi hususunda oyunu daha çok kurallarına göre oynadığını söyleyebilir miyiz? Bu konuda bir değişim tespit etmemiz mümkün mü? Eğer bir değişim varsa denetim ve gözetim teknolojilerinin ilerlemesi bunda etkili olmuş mudur?
Eski ve yeni faşizmin teröre yaklaşımları aynı değil. Yeni faşizm akımına dâhil olup paramiliter şiddeti sürdürenler de var ama çoğunluktakiler daha örtük ve hafifletilmiş bir yol izliyorlar. Mesela fiziksel şiddete kıyasla psikolojik şiddet, muhaliflerini sürekli korku atmosferi içinde tutarak sindirmek, özel troller ordusuyla medyatik linç uygulamak, orantısız cezalarla hapiste tutmak öne çıkıyor. Müesses nizamı kendi mezheplerine göre yeniden ayar ediyorlar. Devletin güvenlik aygıtlarını, ordu ve polisin özel savaşa göre eğitilmiş birimlerini güçlendiriyorlar.
Terörü neden eski faşizmdeki dozunda değil de yumuşatılmış biçimde kullanıyorlar? Birinci olarak faşistler kanlı geçmişlerinden ders çıkardılar. İkincisi bugünkü konjonktür iki dünya savaşı arasındaki kadar sert ve gergin çelişkilere dayanmıyor. Üçüncüsü tarihsel faşizm zamanında olduğu gibi kendilerini dışarıdan ve içeriden tehdit eden devrim riski yok. Komünistler, ilericiler ve halk kesimleri yeterince örgütlü değiller. Bu, yüksek dozda şiddet uygulamaları gerekmediği, ılımlı bir faşizmle statükoyu koruyabilme anlamına geliyor.
Bir başka faktör de dediğiniz gibi, eskiye kıyasla denetim ve gözetim teknolojilerindeki muazzam gelişmeler. Mesela Türkiye örneğinde olduğu üzere devletin askeri yönden güçlendirilmesi, ordu ve polis teşkilatları içinde özel anti-terörist birimler oluşturulması ve zorunlu askerliği daraltıp ücretli profesyonel orduya geçiş önemli dönüşümlerdir. Bu arada paralı özel ordular, özel istihbarat ajansları ve güvenlik şirketleri de unutulmamalıdır. Bunlara ve gözetim/silah teknolojilerindeki ilerlemelere güvenerek her türlü direnişin hakkından gelebileceklerini düşünüyorlar.
Şimdiki duruma bakarak faşizmin eski tarz terörden vazgeçtiği, yumuşak olduğu düşünülmemelidir. Unutmayalım ki henüz ara denilebilecek bir geçiş dönemindeyiz. Durum değiştiğinde, örneğin devrimler art arda patlak verip yakın bir tehlike haline geldiğinde veya savaş ortamında bu sona erecek, iktidarda olsun hareket aşamasında olsun maskeler çıkarılıp oyun açık oynanacak, belki de boynuz kulağı geçecektir.